ABD-İran İşbirliği ve Kürdistan Siyaseti
Arzu Yılmaz

Öyle anlaşılıyor ki, ABD Başkanı Obama’nın arkasında bir başarı hikayesi bırakma arzusu nihayet karşılığını bulacak gibi. Zira P5+1 ülkeleriyle İran arasında varılan çerçeve anlaşma, Haziran sonunda nihai bir anlaşmaya dönüşürse, hiç kuşku yok ki, en başta Obama’nın eseri olarak anılacak. Öte yandan, Obama bu eseriyle 2009 yılında aldığı Nobel Barış Ödülü’nün hakkını gecikmeli de olsa vermiş olacak.  Herkesi şaşırtan ödül kararının gerekçesi, Obama'nın nükleer silahların azaltılması ve dünya barışına katkıları olarak açıklanmıştı. Sözkonusu tarihlerde henüz bu katkının somut bir göstergesi yoktu. Zaten Obama da ödülü “bir eylem çağrısı” olarak kabul ettiğini söylemişti. Bu bağlamda, İran’ın nükleer silahlanma kapasitesinin sınırlandırılması ve kontrol altına alınmasını sağlayacak anlaşma, aynı zamanda Obama’nın bu eylem çağrısına bir yanıtı olarak da değerlendirilebilir.

Ancak, günün sonunda ABD ve İran ilişkilerinin uzun zamandır nükleer müzakerelerin çerçevesini aşan bir ölçekte seyrettiğini göz ardı etmemek gerekiyor. Dolayısıyla, anlaşmanın “tarihi” niteliği yalnızca nükleer silahsızlanma yolunda atılan önemli bir adım olmasından ibaret değil; ABD bu anlaşmayla, aslında Ortadoğu politikasında bir dönemi kapatma niyetinin de işaretini veriyor. Yeni dönemin bugün itibariyle en özet tarifi ise, sanırım, akılsız dostlarla sınırsız angajmanlar yerine, akıllı düşmanlarla sınırlı işbirliği yollarının aranması şeklinde yapılabilir.

Bu bağlamda, Türkiye’nin özellikle kendisine biçilen “model ülke” rolünün nimetlerinden  yeni dönemde mahrum kalacağı aşikar. ABD-Türkiye dostluğunun kapsama alanı belli ki daralacak. IŞİD’le mücadele bunun ilk örneği oldu. İran ise henüz “düşman ülke” kategorisinden çıkmamış olsa da, çıkarları ABD politikalarıyla örtüştüğü ölçüde Ortadoğu’da daha güçlü bir pozisyonda hareket etme fırsatı bulacak.  Ancak, bu durumun konsolide olduğunu iddia etmek için henüz erken. Başta İsrail olmak üzere Suudi Arabistan gibi bölge ülkeleri yanında, ABD içinde de İran ile yakınlaşma politikalarına gelen güçlü itirazlar var. Obama’nın risklerin hâlâ devam ettiğine dair vurgusu da bu itirazlara bir ölçüde katıldığının kanıtı. Dolayısıyla ortaya çıkan tablo, Ortadoğu’da yeni bir ABD-İran denkleminden çok, ABD’nin Ortadoğu’da istikrar için her türlü alternatifi test edeceği bir sürecin başladığına işaret ediyor. Bu haliyle, alternatiflerin ABD tarafından kimlikleri ya da demokrasi performansları üzerinden değil, istikrarı sağlayacak askeri ve siyasi kapasiteleri üzerinden değerlendirildiği görülüyor. Bu tercihin nasıl bir sonuç vereceği meçhul. Zaten Obama da “Olmazsa politikamızı yeniden düzenleriz” diyerek, bu sürecin ucunun açık olduğunu kabul ediyor.         

Ancak, bu test süreci devam ederken ABD-İran işbirliğinin halihazırda doğurduğu sonuçlar üzerinden bir analiz yapmak mümkün.  Bu bağlamda, Kürdistan siyaseti önemli bir izlek niteliğinde.  Her şeyden önce, ABD-İran işbirliğinin en erken sonucu Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY)’nin bağımsızlık ilanının rafa kalkması oldu. Zaten her iki ülkenin Irak’ın parçalanması anlamına gelecek böyle bir girişime karşı oldukları biliniyordu. Buna rağmen, henüz bir yıl önce KBY’nin bağımsızlığı adeta an meselesi olarak tartışılıyordu. KBY’ye bu konuda açık destek veren ülkeler de Türkiye ve İsrail’di. İsrail desteği, her ne kadar KDP ile tarihsel bağlara atıf yapılsa da, temelde İran karşıtı tutumun bir parçası olarak tartışıldı. Türkiye’nin desteği ise yeni ancak beklenmeyen bir gelişme değildi. Malum, İmralı süreciyle birlikte Ortadoğu’da tesis edilecek Türk-Kürt ittifakının Türkiye açısından büyüme, Kürtler açısından da KBY ve Rojava ölçeğinde tanınma ile sonuçlanması öngörülüyordu. Ama Rojava ayağını, karşılık bulamadığı Suriye hayallerinin bir anlamda bedeli olarak kurban eden Türkiye, Kürt kartını elinde tutabilmek için KBY ile ilişkilerini geliştirmeye ağırlık verdi.  Böylelikle, KBY Başbakanı Neçirvan Barzani’nin sık sık dile getirdiği “Bağımsızlık için en önemli şart, en az bir komşu ülkenin desteğidir” beklentisi Türkiye ile karşılanmış oldu. Zira bağımsızlık tartışmalarının gündemin merkezine yerleştiği günlerde AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik “"Eğer Irak bölünürse ki bu kaçınılmaz görünüyor; onlar bizim kardeşimizdir" diyerek, dolaylı bir biçimde de olsa, Türkiye’nin KBY’nin bağımsızlık kararının arkasında olduğunu gösterdi.

Ama işe yaramadı. Çünkü ne Türkiye ne KBY uluslararası mutabakatın Ortadoğu’da sınırların değişmemesi yönünde geliştiğini göremedi ya da görmeme lüksü olduğunu düşündü. Buna karşılık İran bu mutabakata uygun adımlar atarak önce Irak ardından da Kürdistan’da hedeflerine ulaşan taraf oldu. Aslında geriye dönüp bakıldığında, İran’ın Türkiye ile bir uzlaşma arayışını her zaman gündeminde tuttuğunu görmek mümkün. Nitekim, Haziran 2014’te İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Türkiye’ye yaptığı ziyaret ve bu ziyaret sırasında açıklanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması da bunun bir göstergesiydi. O tarihlerde Başbakan Erdoğan’ın aksayan çözüm sürecine ilişkin yaptığı “Bir de B planımız var” açıklaması ise bir yandan PKK’ye gözdağı bir yandan da İran’a kadim Kürt refleksini harekete geçirebiliriz mesajı veriyordu. Ancak, tam da bu ziyaretin son gününde IŞİD’in Musul’a saldırmasıyla yaşanan gelişmeler iki ülke arasındaki kısa temasın sonu oldu. Bu saldırı ertesinde KBY’nin başta Kerkük olmak üzere Irak Anayasası’na göre geleceği referandumla belirlenecek olan tartışmalı bölgenin kontrolünü tümüyle ele geçirmesi ve Türkiye’nin bu ortamda gündeme gelen KBY’nin bağımsızlık kararına arka çıkması ipleri tümüyle kopardı. İşin ilginç yanı, KBY’nin bağımsızlığı fitilini hem ateşleyen hem söndüren asıl aktörün IŞİD olmasıydı. Zira IŞİD’in Musul sonrası Bağdat’a yönelmesi beklenirken sürpriz bir şekilde Şengal ve Hewler’e saldırması rüzgarı tersine çevirdi. Bu süreçte Türkiye, Musul Konsolosluğu görevlilerinin IŞİD’in elinde rehin bulunması gerekçesiyle KBY’ye arka çıkmazken, İran askeri ve siyasi gücüyle en başta IŞİD saldırılarının yoğunlaştığı Kürdistan toprakları olmak üzere Irak’a yerleşti. Günün sonunda, Türkiye Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ağzından KBY’nin bağımsızlığı konusunda “Türkiye için değil ama bölge istikrarı için bir tehlike” demek zorunda kaldı.

Bugün yalnızca KBY’nin bağımsızlığı değil, 1991 Körfez Savaşı sonrası zor bela kurulan siyasi denklem de rafta.  İran’ın KBY’deki varlığı Kürdistan Yurtseverler Birliği (KBY) ve Kürdistan Demokrat Parti (KDP) arasındaki uzlaşmanın her geçen gün altını biraz daha oyuyor. Aslında bu uzlaşmanın altını KDP lehine ilk oyan Türkiye’ydi. Anlaşılan şimdi de İran’ın KYB lehine işleyen etkisini takip edeceğiz.   Bu arada hiç kuşku yok ki, KBY’de kurulacak yeni siyasi denklem içinde PKK de yer alacak. Şu an itibariyle görünen, PKK’nin muhtemel yerinin KYB ve İran’a daha yakın olacağı. IŞİD’e karşı ortak mücadele pratiği bir yana, en son Newroz kutlamaları sırasında PKK gerillalarının Süleymaniye’de resmi geçit törenine katılması bunun somut bir göstergesi. Yeri gelmişken Süleymaniye’nin Hewler’e alternatif bir merkez olarak son günlerde güçlendiğinin de altını çizmek gerekiyor. Zaten Türkiye de bunun farkında olacak ki, Süleymaniye’de bir konsolosluk açma hazırlıkları içinde.

Tabii Türkiye’nin yalnızca Süleymaniye’de konsolosluk açarak bu yeni denkleme etki etmesi beklenemez. Bu bağlamda, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun hakkını yememek lazım.  Çözüm sürecini Başkanlık pazarlığını parantez içine alıp Ortadoğu ölçeğinde diri tutmak için bir hamle yaptı. Bu hamlenin Türkiye’ye yansımalarını Dolmabahçe mutabakatı ve Şah Fırat Operasyonu üzerinden gördük. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajında yer verdiği “Eşme ruhu” vurgusu da bu hamleye bir destekti. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özetle “Başkanlık yoksa süreç de yok” müdahalesi Türkiye’yi yeniden saha dışına çekti.

Bu çerçevede, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son İran ziyareti, geçen yıl İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ziyareti sırasında gündeme gelen kadim refleksi yeniden harekete geçirme yönünde bir sonuç doğurur mu şüpheli. Zira İran Kürtlere dost olmasa da ABD ile ilişkilerinde de ispatladığı gibi “akıllı düşman”; KBY’nin bağımsızlığını şimdilik engellemiş olsa da, Kürtlerin artık eski kaplarına sığdırılamayacağını biliyor. Dolayısıyla, İran mevcut koşullarda Kürdistan’da bir kanton ya da özerk yapılanmayı ehven-i şer görüyor. Bu bağlamda, Rojava deneyimi sonrası Şengal ve Kerkük örneklerinin gündeme gelmesi muhtemel. ABD’nin de bu yeni yapılanma sürecine ülkelerin toprak bütünlüğü korunduğu ölçüde destek olduğu belli.

Son tahlilde, “üst akıl”, ABD ve İran’ı ortak çıkarlar çerçevesinde işbirliğine iterken, Kürtleri de bu işbirliğine dahil olmaya zorluyor. Bu fotoğrafta “kalbi duygulara” ise hiç yer görünmüyor.