Karpuz, Şeftali... Gel Bize Bazı Bazı!
Meral Akbaş

Bu yazıya, neresinden tutsam deşmek için başka bir yerine gözümün kaydığı bir kısım cümleyle başlayacağım:

Mesela Diyarbakır’ı ne ile tanırız? Karpuzu, kadayıfı ile tanırız. Ama Diyarbakır’ın algısı ne? Eski kavramla dediğimiz gibi tarzı telakkisi ne? Diyarbakır Belediyesi’nin BDP’li olması ile işte, Kürdistan’ın başkenti olması ile tanınıyor. Halbuki Diyarbakır’da 150 tane de Eshab-ı Kiram’ın mezarı var. Gerçekten gelmişler ve kalmışlar. Bizim büyük bildiğimiz insanların medfun olduğu yerdir. Ama imajlar her şeyin önüne geçiyor. Biz imajı oluşturamıyoruz. Terör her şeyin üstüne geçmiş Diyarbakır’da. Ama Bursa’nın şeftalisi vardır. Ancak Bursa’da şeftali kalmamıştır. Terör olayları nedeniyle tanıtımda herhangi bir sıkıntı yaşanmıyor. Tanıtım bir algı ve imaj meselesidir. Biz bu algı ve imajları yönetme noktasında klasik yöntemleri yeni yeni terk etmeye başladık.

Diyarbakır’ın karpuzundan başlayıp Bursa’nın şeftalisine varmanın yolunun, Diyarbakır’ın Kürdistan’ın başkenti olduğunu ve Bursa’nın da artık şeftalisinin kalmadığını söylemekten geçerek katedilebileceğini gösteren bu sözler, Türkiye’deki “söz açılması”nın mahiyetini tartışmak için çok uygun görünüyor. Bir valinin kendi bölgesindeki bir turistik hamleyi övmek için verdiği bu demeçte neyi söylemek istediğini apaçıklaştırmak ve bu açıklaştırdığımla dalga geçmek niyetiyle değil de, iktidarın genel olarak “açılma” dediği dönemde neyi neyle bir tuttuğunu göstermesi sebebiyle bu sözleri tartışmak istiyorum.

Daha önceki yazılardan birinde söz etmiştim; şimdi müze olan Ulucanlar Cezaevi’nde Muhsin Yazıcıoğlu’nun namaz takkesi, eski bir işkence makinesi, Deniz Gezmiş’in kahverengi hırkası yan yana sergileniyor. Cezaevinden müzeye değiştirilmiş bu yeri bir şiddet mekanı olarak devam ettiren şeylerden biri de, bu mesafesizliğin ta kendisi! Herkesin ve her fikrin birbirlerine karşı hoşgörülerini yitirmeden beraber durabileceğini işaret eden o “mozaik” anlayışın bir müze sathında “karıştır barıştır!” adlı kırımcı pratikle birleştiği bu sıfır noktasına, valinin cümlelerindeki o sözcükler de sıralanıyor ardı ardına: Karpuz, kadayıf, Kürdistan, Eshab-ı Kiram, terör, şeftali...

Belki öylesine ve tesadüfen birbirini takip ediyor gibi görünen tüm bu “sıradan” kelimelerin arasında devlet şiddeti ve kırsal yoksullaşma hikâyeleri dolanıyor. Bir kelimenin Arapça başka bir kelimeyle yeniden işaret edilmesiyle korunduğu düşünülen “Osmanlıcılık”ı, hemen bir iki cümle sonra artık telakki kelimesine ihtiyaç duyulmadan tek başına telaffuz edilen algı ve/ya imaj ifadelerinin denk geldiği neoliberal kent politikasını, Diyarbakır’ı Kürdistan’ın başkentine alternatif olarak başka bazı dini mekanlara yapılan vurguyla yeniden ve bu sefer İslam’ın kutsal alanlarından biri olarak tanımlamakta görünen o yer değiştirmeyi de bu hikâyelerin yanına yerleştirdiğinizde, bir devlet görevlisinin turizm perspektifinin nasıl bir “dolu” içeriğe sahip olduğunu da görüyorsunuz. Tabii bu arada, Diyarbakır’ın nasıl bir içerikle çerçevelenmiş olursa olsun Kürdistan’ın başkenti olarak da tanınıp bilindiğinin söylenmesinde ve ama bu “bilinen” meseleye karpuz ve kadayıftan varılmasında, “açılım”ın iktidar nezdindeki mahiyeti de açığa çıkıyor: Bir karpuz meselesi ve/ya Diyarbakır’ın karpuzuyla Bursa’nın şeftalisinin etraflarını saran Kürdistan, terör, Eshab-ı Kiram kelimelerinin ortasında öyle yan yana durarak kanıt oldukları halkların müthiş kardeşliği!  

Nurdan Gürbilek, daha önce sözünü ettiği ve Türkiye’nin 1980’li yıllarında yaşanan tüm o söz/reklam/vitrin patlamasının hemen yanında şiddet ve işkenceyle sağlanan sessizliği, bu iki birbirine temas etmeyen dünyayı bugün yeniden ve Kenan Evren’in yargılanma süreci için tartıştığında şöyle bir şey söylüyor: “Geçmişte işlenen suçları bugünün hâkim sınıfı izin verdiği ölçüde, onun koyduğu sınırlar çerçevesinde, onun egemenliğini pekiştirecek bir zeminde konuşmaya çağrılırız.” [1] Yani sessizliğin dağılıyormuş gibi göründüğü yerde, sessizlik değildir son bulan; bir kısım ses, yeni bir toplumsal tesis için tutulduğu yerden bırakılıvermiştir sadece.

Bu yerinden bırakılan, “bilinen”e, “tarzı telakki”ye evrilen, devlet görevlilerinin diline yerleşen Kürdistan’ın meselâ, bu kadar birbirine geçmez gibi görünen daldan dala cümleyle çevrelenmiş olması, iktidarın en “sıradan” ve birbirini takip eden cümleleri alt alta sıralandığında görünürleşen ve “yok artık!” diyerek tesadüf kabul edilebilecek her şeyde hâkimin şiddetle kapatma hamlesini görmeye de yardım ediyor. Artık elinde ne varsa, onunla!: Karpuz, kadayıf, Eshab-ı Kiram, şeftali...

Ulucanlar Cezaevi’ni gezerken bir sokak ismi görüyorsunuz: Şeftali Sokağı. Müze duvarında yazdığına göre, Yılmaz Güney tutuklu çocukların volta attığı bu alana Samed Behrengi’nin Bir Şeftali Bin Şeftali’sine atıfla bu adı vermiş. Özge’yle orada dolaşırken hep dedik ki birbirimize: Bir bokluk var bu şeftalide, bir bokluk var! Müzenin mekanında çocuk tutuklulara dair bir küçük iz dahi bırakılmamışken bu Şeftali Sokağı çünkü, nereden çıkıyor? Ama işte!: “Sübyan koğuşundaki çocukları koluna takan kabadayıların tur attığı sokağın adı Şeftali Sokak[tı]!” [2]

Bir Şeftali Bin Şeftali’nin değil de çocuk istismarının izi var bugün müzenin duvarlarında... Valinin karpuzuna, kadayıfına, şeftalisine benzer bir şey yani... Ne dense, ne yapılsa orada duran, kaybolmayan bir adilik, kötülük...

Hem tesadüf olsa tüm bunlar, daha da ürkütücü sanki! Artık köklerini salmış olduğu ve sürekli kendini tekrar edebildiği, kendi kendine sürekli ortaya çıktığı için...    


[1] Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı: Denemeler, s. 41-42; Gürbilek’in 1980’li yılların birbirine temas etmeyen dünyalarını anlattığı metin içinse bkz.: Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak: 1980’lerin Kültürel İklimi, s. 21-27.

[2] Bkz.: link