10 Madde ile HDP'nin Başarısı
Evren Balta

7 Haziran Seçimi’nin kazananı HDP! Hem de %10 barajını sel altında bıraktığı için değil; sesi, sözü, kalbi, cesareti olan kampanyasıyla Türkiye siyasetinde taşı göstersem oy alır, zırvalasam duyan olmaz devrini kapattı(rdı)ğı için.  Kibir, adaletsizlik, vicdansızlık, nefret ve aşırı kendine güven ile balon gibi şişenlerin sonunun fazla şişen bir balon gibi olacağını gösterdiği için.

HDP, Türkiye’nin bu kritik dönemecinde seçime parti olarak girerek büyük bir risk aldı. Bu riski büyük bir başarıya çevirdi. Peki bu başarıyı nasıl açıklayabiliriz?

Şu 10 maddelik pek bir moda listelerden ben de hayatımın bir döneminde bir kez yapmak ister dururdum, kısmet bu “büyük bir eşitsiz yarışta muhteşem bir zafer, muazzam bir başarı” sonrasınaymış. Sosyal bilimci olma meslek hastalığından mustarip biri olarak öncelikle burada bahsi geçen 10 madde ile “bir  ‘çoklu nedensellik’ durumuna işaret etmekteyim” demeliyim, sonra biraz daha ileri gidip her bir maddenin kendi başına HDP’nin başarısını açıklamada “gerekli ama yetersiz koşul” olduğunu ilave etmeliyim.

Bu kısa girizgâhtan sonra HDP’nin başarısını açıklamaya başlayabilirim.

  1. AKP’nin kutuplaştırıcı siyaseti. İtiraf etmeliyiz ki bu memleket AKP’ye kendi (cumhuriyet) tarihinin hiçbir siyasi aktörüne açmadığı kadar büyük bir kredi açtı. 2009 yerel seçimlerinde oy oranları %40’ın altına düştüğünde bile hiç kimse AKP’nin hegemonyasından bir nebze bile şüphe etmedi. Bizi demokrasiye kavuşturacak, parklarda çiçekler açtıracak, AB’ye kısa yoldan giriş tüneli yaptıracak “muhafazakâr demokratlarımızdı” onlar. Çevre merkeze gelmiş, ülke dinle bütünleşmiş, Müslümanlık kendi demokratik devrimini gerçekleştirmişti. Sonra ne olduysa oldu, bu büyü bozuldu. Kimi dedi biz önceden söylemiştik, kimi dedi “dönem” değişti. Her durumda artık bir zamanların “stratejik demokratlarının” stratejik demokrasiye ihtiyacı kalmamıştı. Mağduriyetleri bitmiş, inşa ettikleri bilmem kaç bin odalı saraylarında oturur olmuşlardı. Yaşlıların bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca duymaktan yaka silktiği, gençlerin zaten nereden çıktıklarını anlamadıkları bir hamaset edebiyatının baş aktörü olmuşlardı. Steven Pincus “toplumsal devrimler niye olur?” sorusuna, “bir siyasal rejimin toplumu hızla kendi gündemi üzerinden dönüştürmesi arzusunun çıkarları birbiriyle örtüşmeyen grupları/aktörleri bir araya getirmesiyle” derken haklıydı. Türkiye örneğinde “Yeni Türkiye” sloganı o sloganın dışarda bıraktığı herkesi “Yeni Türkiye” karşıtlığında bir araya getirdi. HDP bu karşıtlığı en doğru biçimde siyasileştiren aktör oldu.

 

  1. HDP’nin Kucaklayıcı Siyaseti: İtiraf etmeliyim etnik bir grubun (bizim örneğimizde Kürtlerin) çıkarlarını temsil eden bir partinin o ülkenin partisi olmayabileceği önkabulünü barındıran Türkiyelileşme tartışması bu seçimlerde benim en az hoşlandığım tartışma oldu. Ama bu önkabulü bir kenara bırakırsak HDP’nin Türkiyelileşmesi tartışmasının reel anlamı Kürtlerin Türkiyelileşmesi değildi. Tam tersine bir siyasi parti olarak HDP’nin etnik kimlik odaklı siyaset yapmak yerine, etnik eşitsizlikleri de içeren ama ondan daha geniş olan farklı eşitsizlik biçimlerini kendi programına ve taleplerine dahil edebilmesiydi. HDP programı ile, aday listesi ile kampanyasındaki somut talepler/ simgeler ile bunu başarabildi. HDP bunun sadece bir program/talep meselesi değil, ama aynı zamanda bir tutarlılık ve “aktarabilme” meselesi olduğunu da gösterdi. HDP Kürt, Alevi, eşcinsel olabildiğin ve böyle olduğun için ayrımcılığa uğramadığın bir Türkiye’nin mümkün olduğuna işaret ediyordu. Ama bunlardan daha önemlisi HDP’nin kendisine yönelik onca saldırıya rağmen bütün bir seçim dönemi boyunca sükûnetini bozmamasıydı. Her saldırıda kendi kitlesini sokağa değil, sükûnete çağırdı. Kavgayı değil, seçimi önemsediğine herkesi/hepimizi ikna etti. Bazen en radikal siyasetin sükûnetle de yapılabileceğini gösterdi. Daha ne isteyelim?

 

  1.  Demirtaş’ın liderlik tarzı: Ne derseniz deyin, ne kadar “lidersiz siyaset” yanlısı olursanız olun siyaset biraz da liderliğin / liderlerin alanı değil mi? Öyle çünkü siyaset sadece aklın ve stratejilerin değil, aynı zamanda duyguların da alanı. Birinin gözünün içine bakıp işte istediğim böyle bir şey diyebilmenin ya da işte bu kişiye güvenebilirim diyebilmenin alanı. Selahattin Demirtaş özellikle kendi kuşağından olan ve kendisinden daha genç olanlara böylesi bir güven verdi. Güven verebilmesinin nedeni sadece mütevazılığı, alçakgönüllüğü, nüktedanlığı, içericiliği değildi, bunlarla beraber söylediklerinin ve söyleyebileceklerinin özellikle kendi kuşağında ve kendinden genç olanlarda bir “aynılık” hissi yaratmasıydı. “Ben de (biraz düşünsem) bir benzerini söylerdim” hissi kaçımızın içinden geçti? Bu his liderlerde kendi arzularımızı, kendi yapamadıklarımızı görmeye; onlarla kendi eksikliklerimizi doldurmaya programlandığınız bir dünyada önemliydi.

 

  1. Cumhurbaşkanlığı seçimleri: Hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan’ın bu seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilip, partisini bırakmak zorunda kalması (ama bir türlü de bırakamaması) AKP’nin yenilgisinin bir başka önemli nedeni oldu. Liderin kim olduğunun belli olmadığı, Başbakanın silik bir görünüm çizdiği, parti içi tartışmaların bütün örtme/saklama çabalarına rağmen dışarıya sızdığı bir durumda AKP, eskisi kadar güven vermiyordu. Üstelik güvenin kime duyulacağı da pek belirgin değildi. AKP bu sorunu başkanlık tartışmaları ile çözüp iki koltuğu tek koltuğa indirmek istedi, ama o plan da tutmadı. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın halkoyuyla seçilmesi AKP için çözülmesi zor bir ikilem yarattı. En az bunun kadar önemli bir faktör Cumhurbaşkanlığı seçiminin seçmenlerin ilk turda tercihlerini “stratejik” oy kullanmadan istedikleri adaya verebilmelerinin önünü açmasıydı. Bu iki turlu seçim (olasılığı) sayesinde hem HDP parti olarak kendi gücünü sınadı, hem de Demirtaş Türkiye çapında bir siyasetçi olarak sivrildi, görünürlük kazandı, seçmen kitlesinin aklına kazındı. Bir önceki Cumhurbaşkanlığı kampanyası olmadan, genç bir siyasetçinin bir tek seçimde böylesi bir başarı kazanması çok zor olabilirdi. Sanırım AKP’li siyasetçilerin Cumhurbaşkanını halk seçsin derken akıllarında HDP’nin bir parti olarak öne çıkmasını sağlamak yoktu. Ama işte hayat planladığın gibi olmuyor her zaman, hele siyasette hiçbir zaman!

 

  1. Yüzde on barajı: HDP’nin yüzde onu geçebilmesinin bir başka nedeni yüzde on barajının kendisiydi. Bir kere AKP’nin geriletilebilmesinin matematik hesabı HDP’nin yüzde on barajını geçmesiydi. Bu durumda HDP’ye oy vermeyecek hatırı sayılır bir kitle stratejik olarak HDP’ye oy verdi. Muhalif, küçük partilerin mecliste temsilini engelleme ve oyların büyük partilerde yığılmasını sağlama hedefi ile konulan ve bu açık hedefle devam ettirilen yüzde on barajı, bu seçimlerde tam da arzu edilmeyen bir sonuç yaratarak küçük bir partinin güçlenmesine neden oldu. Üstelik tam da bu baraj HDP’nin Kürt bölgeleriyle yetinmeyerek bütün Türkiye’den oy istemesinin önemli bir nedeni oldu. Yani yüzde on barajının çorbada böyle bir tuzu oldu. Farklı muhalif seslerin, ülkenin batısı ile doğusunun bir araya gelmesinde bir katkısı oldu.

 

  1. Çözüm süreci ve Kürtler: HDP’nin yüzde 10 barajını geçebilmesinin belki de en önemli nedeni AKP’ye oy veren Kürtlerin, AKP’ye verdikleri desteği geri çekmiş olmasıydı. AKP ve HDP uzun yıllardır Kürtlerin oylarını neredeyse yarı yarıya paylaştılar, oysa bu seçimde bu denklem HDP’nin lehine radikal bir biçimde bozuldu. Bu denklemin bozulmasının AKP’nin dışlayıcı siyaseti ve HDP’nin kucaklayıcı siyaseti ile ilgisi olduğu kadar AKP’nin çözüm sürecinde tutunduğu kararsız, ikircikli, Kürt’e nasıl Kürt olunması gerektiğini öğretme heveslisi tavrının da etkisi vardı (bu konuyla ilgili daha geniş bir tartışma için Cuma Çiçek’in dünkü yazısına bakılabilir link).  Kürtlerin 13 yıl boyunca bir gün terörist, ertesi gün makbul vatandaş olmaktan yorulmuş olmalarının etkisi vardı. Kürt siyasetinin bölgede giderek kendi gücünü ve rüştünü ispatlamış olmasının ve legal bir siyasî hareket olarak geçtiğimiz on yılda tecrübe ve olgunluk kazanmış olmasının etkisi vardı.

 

  1. Sosyal medya: Gezi olayları sırasında başka bir dünyanın kapılarını açan sosyal medya bu seçimde de HDP’ye başka bir dünyanın kapılarını açtı. Pek çok kişi gönüllü HDP yayıncısı oldu. HDP’nin sözünün/sesinin kendi etki alanından daha büyük kitlelere yayılmasının önemli bir faktörüydü sosyal medya. Üstelik gazete/TV’den çok daha güçlü bir yolu. Çünkü HDP’ye oy vereceğini söyleyen, ona neden oy vereceğini anlatan kişiyi tanıyordunuz. Belki ilkokulda aynı sınıftaydınız, belki profilini görüyordunuz. HDP’nin sözü bu nedenle güç kazandı, dalga dalga genişledi.  

 

  1. Toplumsal hareketler: Liste yapılır da HDP’yi önceleyen toplumsal hareketler anılmadan geçilebilir mi? Angela Davis’in bu yılki Hrant Dink anmasında yaptığı nefis konuşmada söylediği gibi “toplumsal hareketlerin sonucu olmaz, sadece tesiri olur.” HDP’nin bugün kazandığı bu başarı ‘90’lı yıllarda Kürtlerin verdiği insan hakları mücadelesi ile ilişkili. Doğanın tahribatına karşı verilen ekolojik mücadele; kadınların verdiği özgürlük mücadelesi ile ilişkili. Ve elbette bütün bir toplumu politikleştiren, büyük bir kitleyi sokağa döken, adaletsizlikle, polisle, devletle tanıştıran Gezi olayları ile ilişkili. HDP’nin aldığı oy tek başına hiç birinin sonucu değil ama bütün bu mücadelelerin tesiri. Ama aldığı oydan daha çok HDP’nin kadroları, adayları, talepleri, sözü bu mücadelelerle ilişkili.

 

  1. Uluslararası toplumsal hareketler: Dünyanın başka yerlerinde, başka coğrafyalarda gerçekleşen mücadelelerin ve dönüşümlerin ulusal muhalefetlere etkisi belki de en az gördüğümüz, en az dikkate aldığımız faktör. Ama her toplumsal hareket ve toplumsal muhalefetin her başarısı ulus-devlet sınırlarının ötesinden gelen etkilere açık ve o sınırların ötesini etkiliyor/dönüştürüyorlar. Toplumsal hareketler birbirlerinin deneyimlerinden ders çıkarmayı öğreniyorlar, başarının mümkün olduğunu görüyorlar/ gösteriyorlar, birbirlerinin eylem biçimlerini taklit ediyorlar. Podemos, Syriza uzak ülkelerin bizim gerçekliğimizle alakasız aktörleri değiller. Aklımıza, duygumuza, hareketlerimize etki ediyorlar. HDP de hemen bütün dünyada anaakım partilerin çözüldüğü, otoriterleştiği bir iklimde yükseliyor. Anti-sistemik partilerin belirleyici bir güç olarak siyaset sahnesine çıktığı bir iklimde. Bu iklimden güç alıyor, ondan besleniyor ve muhtemelen onu da etkileyecek.

 

  1. Son olarak şunu demek isterim: “koşullar olgunlaşmıştı” (maksat 10 madde tamamlansın!).