Ses-ler...
Derviş Aydın Akkoç

Taze bir başlangıç için nelerini vermez insan! Ama köleliğin özgürlükle takas edildiği görülmüş şey değil. Özgürlük için çaba gerekir. Sadece var olmak, kendi kudretince kımıldamak, hareket etmektir çaba: Buradan oraya, şimdiden geleceğe, aşina olandan bilinmeyene. Ama maddi sınırlar vardır insanın önünde, geçirimsiz duvarlar gibi yükselen. Her şeye olduğu gibi özgürlük çabasına da, zorunlulukların tahakkümü damgasını vurur. Kolay değildir her istenildiğinde çekip gitmek. Kimileyin sendeleme, hatta bazen yerinden kımıldayamama da olur: Güç meselesidir neticede gitmek. Her tökezlemede ya da yerine her çakılıp kalmada özgürlük duygusu biraz daha kanar. Uzaklardan ağır ağır geçen yolcu gemileri karadakilerin hepsini alamaz, birileri mutlaka kalır.

Kalanın, kalmak zorunda olanın işi zordur. Pahası tükenmiş, meziyetini kaybetmiş deneyimlerle, anlatılmayı bekleyen savruk kırık hikâyelerle yüklü bir hafızayı taşımak zorundadır bedeninde. Kıyıda kalmış, çeperlere takılmıştır. Puslu ıslak duygular tozuyarak akarken çaresizdir. Vaziyet bu denli trajikken ufku gözetlemekten kendini alamaz: Umut kırıntıları! Kırıntılar çekilince hayaller, gece karanlığında yıkanmış düşünceler faslı başlar. Mevcudu sürdürmek katlanılmaz bir hal alır, tahammül eşiği düşer. Çekip gitmek isteği şiddetlenir böylesi vakitlerde: Şu uğursuz karanlık dağılsa, bedbahtlıklar ve talihsizlikler son bulsa, karanın gücü hükmünü yitirse, kelimeler yeniden ışıldasa.

Suların kabarmasında, kudurmuş dalgaların kıyıları dövmesinde davet eden bir ses vardır. Ne yazık ki, karaya zincirlenmiş küçük burjuva serserisi bir kirpi kadar ürkektir, sesler yükselince kendi üzerine kapanır hemen: “Bakakalırım giden geminin ardından / atamam kendimi denize dünya güzel.”

İtirafını erteleyen sızılı bir vazgeçiştir bu. Şikâyet edilen, geride bırakılmak istenen dünya şimdi güzel görünür, karadan kopmaya ne gerek vardır ki? Acı da verse, huzursuz yahut rahatsız da etse, halihazırdaki dünya kabul edilmiş, eylem düşünceye yenik düşmüştür. Tereddüt de yapacağını yapmış, aşina olmayan bir dünyaya kulaç atma arzusu geri çekilmiştir.

***

Geri de çekilse arzu yok olmaz, sabırla kendi yeniden doğumunu bekler, hak edilmiş doğumunu. Demek insan mutlak anlamda çaresiz değil. Yolunu denizlerde bulmaya muktedir değilse şayet, bu kez karada keşfe çıkar: Öyle ya dünya coğrafyası uçsuz bucaksızdır. Kulağa çalınan, sulardan yükselen o davetkâr sesin voltajı düşmüştür belki ama başka imkânlar parıldamaya devam eder: Umut kırıntıları da sonsuzdur.  

Bir başka korkunç trajedi de burada, karadaki imkânlar bahsinde belirir zaten. İnsanın önündeki yollar sayısızdır. İnsan teki yol yaratmaz, hatta yaratamaz, aksine insanı yaratan yollardır. Kafa karışıklığına neden olur yolların çokluğu. Tercih veyahut karar anı çileli bir süreçtir. Hal böyle olsa da, insan içten içe bilir hangi yola yöneleceğini, nereye ve nasıl gideceğini de...

***

Fakat karada yol alıp gitmek de en az denize atlayıp gitmek isteği kadar meşakkatlidir. Malum, Lut peygamberden beri dönüp geriye bakmamak gerekir. Göz geride bırakılmış olanı görmek isterse varlık tuza keser. İğva olan, terk edilene son kez bakma özlemi duyan gözlerden başkası değildir. Gözün suçunu tüm beden öder. Peki ya kulaklar! Sesler de bağlamaz mı yola düzülmek, artık adımlamak isteyen kişinin elini kolunu?

Sesler: Gün batımlarında, yıldızların parıltısında, yavru bir karganın azıcık alçaktan uçmasında, bir kertenkelenin aceleyle geçip gitmesinde, bir kitabın ilk cümlesinde, kiralık bir ev görüntüsünde, karanlığın çökmesinde, “ben bu akşam gelemiyorum”larda, milli piyango biletlerinde, “sevgi lafını ilk kez manastırlardaki kadınların ağzından duydum”larda, “kedimi öyle özledim ki”lerde, yemek tariflerinde, iddiasız bir miting sloganında, bir kelimenin karşıdan karşıya geçmesinde, İran konsolosluğunda, garip yabani bir ezgide, yorulmuş çocuk adımlarında, ergen gürültülerinde, Pazar akşamlarında, “alkol seslerinde,” takatsiz bir azarlamada, kara çelimsiz bir oğlanın apaçi dansında, Tanrı sorgulamalarında, Gebze dolaylarında, “seni çok özledim nerelerdesin”lerde, kavurmalı tost ve çaylarda, benzin istasyonlarında, “I love you more than anyone”larda, zamansız gelen bir mahcubiyette, otobüs saatlerinde, pis bulanık gazete manşetlerinde, alışveriş mağazalarında, araba reklamlarında, vücut geliştirme salonlarında, Yoga kurslarında, akademik araştırmalarda, salon sohbetlerinde, naylon poşetlerin hafifliğinde, doğa-köy-organik yaşam gevezeliklerinde, sezaryen doğumlarda, aşağı kata akıtan banyo sularında, koltuk altlarındaki kokularda, “bir gün bir kahve içelim mi”lerde, “ortada bir rahatsızlık var anlamıyorum”larda, “her şey deliksiz bir uyku için mi”lerde, düğün davetiyelerinde, “ben neden böyle koşuyorum”larda, “bu kol saatini bana babam aldı”larda, “bir tatile mi çıksam”larda, “mevsimlerin ayarı bozuldu bu yağmurlar da neyin nesi”lerde, yıpranmış kot pantolonlarında, Tekel 2000 sigarasında, “eski sevgilimle görüştüm”lerde, Paşa’mızın sevdiği şarkılarda, “bu hükümet düşmeli”lerde, “ben lisedeyken”lerde, hastane koridorlarında, pet şişelerde, zippo çakmalarda, paydos beklentilerinde, makale avcılığında, poz kesmelerde, şişme bebek ilanlarında, ilaç kutularında, kurban bayramlarında, kanser hücrelerinde, bakımsız bağ bahçelerde, rutubetli basık odalarda, bankamatik kuyruklarında, “kart yükleme işleminiz gerçekleştirilmiştir”lerde, “doğum günün kutlu olsun”larda yankılanan, görüntülere, renklere, anılara, tutkulara karışmış sesler yığını...

***

Mevzu çekip gitmek olunca derdi gamı çoktur insanın. Körleşmeden yeterince istifade etti modern insan, bundan sonrası sağırlaşmak mı acaba? Hiçbir sesi duymadan yaşamak: Belki yaşlı bir kaplumbağa gibi okyanuslara salarız kendimizi, kör ve sağır, ama suları hissederek, yeniden başlamak için, her şeye...