Batak Borcun Miktarında Değil Kendisindedir
Ömer Laçiner

Her ne kadar içinde yaşadığımız düzenin, hayatın iskeletini, kaslarını ve karın bölgesi organlarını kapsadığını bilmeme rağmen, ekonominin özellikle de onun para-finans bahislerinin “netameli” şeyler olduğuna dair –zamanla daha da kökleşen– bir önyargım olduğunu saklamayacağım. Dolayısıyla ekonominin başımıza/zihnimize de hâkim olmasını savunan “ekonomik akıl” övgücülerine, teferruattan saydığı –bilim, felsefe ve sanatın özgül sorunları bir ölçüde hariç– her şeyi “ekonomik temelden hareketle” açıklayan her türden “realist”e ne iyi gözle bakmam ne “inandırıcı” saymam peşinen mümkün değildir.

Bu inancın/duygunun temelinde, ekonominin ve bilhassa onun para/finans boyutunun salt insanî olanı (yetenek, özellik, değer ve etkinlikleri) kullanarak onları yozlaştırdığı, törpülediği ve –son analizde– kuruttuğu yargısının yer aldığını da ekleyeyim.

Ekonomist dil ve mantığın dışında pek az şeyin konuşulduğu “Yunanistan krizi” üzerine tartışmaların bu yargımı, inanç ve duygumu daha da pekiştirdiğini eklemeye gerek yok.

“Bu krizi ekonomist mantığın dışında nasıl ele alabiliriz” diyen itirazları duymuyor değilim. Ama bu sorunun cevabını araştırma yoluna girmeden önce, aslında bu yolun neden zorunlu ve hayati olduğuna da ışık tutacak bir nokta üzerinde düşünmemiz gerekli.

Malum; Yunanistan krizi, bu ülkenin “aşırı borçlanması, borçlarını ödeyemez duruma düşmesi” diye özetleniyor. Bu durumda basit mantığımız Yunanistan’ın borçlarını sıfırlamasının –nasılı bir yana bırakın– şimdilik” “ideal çözüm” olduğunu söyletir. Ama global düzenimizin anlı şanlı ekonomistleri bu çözümü pek safiyane bulup, çözümün –miktarı ne olursa olsun– borcun çevrilebilirliğini sağlamak olduğunu söylüyor koro halinde. Çünkü bu devirde ne merkezî devlet aygıtlarını ne diğer kamu hizmet kurumlarını borçlanmadan işletmek mümkün olmadığı gibi; bireyler, hane halkları da “istedikleri hayatı” borçlanmadan sürdüremez” diyorlar özetle.

İstenen hayat mı istendirilen hayat mı sorusunu bir kenara not edelim. Borçlanmanın hangisi için daha elzem olduğunu da.

Elbette ki mevcut olgular, veriler ekonomistlerin o dediklerini onaylıyor. Nitekim şöyle bir göz gezdirildiğinde bile görülüyor ki; “gelişmiş ülkeler”in hemen tamamında kamu borçları GSMH’nın en az iki katı büyüklüğünde. ABD ve Almanya %100’ün altındaki kamu borcu ile istisna sayılabilir ama ilkinin 20, diğerinin 3 trilyon dolar kamu borcu var. Bunlara en az kamu borcu kadar olduğu farz edilebilecek kişisel ve hane halkı borçlarını da eklediğimizde çıkan sonuç şu ki; dünya ekonomisi toplam dünya GSMH’nın en az %50 fazlası bir borçlanma ile “dönüyor”. Ekonomi uzmanlarımız birkaç istisna ülke dışında bu durumun “normal” olduğunu ve hatta Türkiye gibi “gelişmekte olan” ülkelerden pek çoğunun “normal” “borçlanma limiti”nin epey gerisinde olduğunu belirtiyorlar. Gerçi rakamlar Türkiye’nin bu “gerilikten kurtulmak” için 2002’de 6.6 milyar olan kişisel banka borçlarının 350 milyara fırladığını, batık kredi miktarının 24 kat, batık tüketici kredisi miktarının 127 kat arttığını da gösteriyor. “En gelişmiş” ülke olduğu için halkı da en fazla borçlu olan ABD’de, her ne kadar borçluların üçte birden fazlası haciz tehdidi altında ise de; yine uzmanlarımız gidişatın “normal” olduğunu söylemekten geri durmuyorlar.

Belirtmek istediğim nokta; borçlanmanın mevcut kapitalist düzenin can/kan damarı haline gelmiş olmasıdır. Burada sorun bankaların, yatırım –kâr– amaçlı borçlanmaları değil; asıl olarak sıradan insanların hemen tamamen tüketim harcamaları için borçlan(dırıl)masında. Yeri göğü kaplayan reklamların özendirmesiyle, bedava harcama yapma imkânı imişçesine sunulup peynir ekmek gibi dağıtılan kredi kartlarının kolaylaştırıcılığı ve taksit numaraları ile insanlar biri bitince diğerine kapıldıkları kesintisiz bir borçlanma dalgasına savruluyorlar.

Halihazır gelirinin giderek daha da ötesinde harcamaya, borçlanmaya dört koldan yapılan telkinlerle teşvik edilen orta-alt gelir sahibi kesimlerin bu telkine ve teşvike kapılması, kapitalist düzenlerin, ücret-gelirlerin artacağı, işsizliğin azalacağı beklentisinin mümkün gözüktüğü dönemlerde bir ölçüde anlaşılabilirdi. İşlerinin güvencede olduğu, ücret-gelirlerinin artacağı hesabıyla borçlanabilir, gelecekteki gelirlerini şimdiden harcamanın akla uygun olduğunu düşünebilirlerdi. Oysa 1980’lerden bu yana içine girilen neoliberal kapitalist döngü, ekonomik kriz tehdidinin adeta sürekli hissedildiği ve beklendiği bir dönem olmanın yanı sıra işsizlik oranını düşürmekten geçtik, artışını yavaşlatmanın bile giderek zorlaştığı, en nitelikli iş ve mesleklerin bile gelecek güvencesinin olamayabileceği bir dönem karakterindedir. Bu durumda borçlanmada aklın payı kumar oyunundakinden farksız ve fazla değildir. O nedenle de büyük çoğunluğu borçlanarak sürekli bir kumarın ortasına savrulmuş postmodern dünyamızın toplumlarında irrasyonelliğin binbir türünün kol gezmesi, akılla mantıkla izahı mümkün olmayan eğilimlerin ve vakaların çoğalması hiç de tesadüf değildir.

Doğal yanımızın güdü, arzu ve kompleksleri tahrik edilerek yine doğal ihtiyaç ve hazların nesnelerini tüketmekten başka hiçbir özelliği olmayan, ağırlaştığı ölçüde de insani yönümüzü bastıran, hatta çürüten bu borçlandırma politikasının mevcut düzeni sürdürmenin en stratejik aracı olduğu kanısındayım. Atasözlerimizin en ironik olanlarından biri olan “borç yiğidin kamçısıdır” ifadesi günümüzde en yaygın gerçekliğine erişmiştir. Doğal güdü ve arzuları, ideologların ve reklamcılığın tüketime ve borçlanmaya teşvik eden baş döndürücü hileleri ile tahrik edilmiş olduğu için, borç kamçısı altındaki yiğitler(!) inleseler bile “kamçılanmaya mahkûm muyuz?” sorusunu yüksek sesle sormuyorlar henüz.

Umalım ki Yunanistan’la birlikte bu eşiğe gelmiş olalım.