Sofra
Derviş Aydın Akkoç

                                                                                                                                       Doğa sevdalısı Emine’ye…

Yalnız başına yemek yemenin, insanı “biraz sert ve kaba” hale getirdiğinden söz ediyordu Benjamin. Yemeğin tadına ancak bölüşüldüğünde, karşıdaki kişilerle, özellikle de “dostlarla” paylaşıldığında varılır. Kalabalık sofralarda, aç midelerin doyurulması mutlak amaç olmaktan çıkar; araya sohbet, nezaket, tereddüt girer. Özne nesneyle, yani besinle daha yumuşak bir ilişki kurar. Yalnız başına yenilen yemekte işte bu yumuşaklık yerini sertliğe, besinle daha doğrudan bir ilişkiye bırakır. Karşıda kimse olmadığı için yemek müdanasızca, çoğun aceleyle, tadına pek de aldırmaksızın mideye indirilir: Ellerin, dudakların yahut çenenin yağlanmasında, nesneyle kirlenmesinde herhangi bir sakınca yoktur.

Tek başına yemek yeme kabalaştırdığı gibi iştahsızlaştırır da. Ama mevzu sadece kabalaşmak yahut iştahsızlaşmak değilmiş gibi. Daha aşağıda olan, daha dibe batmış bir şey var sanki: Bir ağzımızın olması! İnsandaki en korkunç organ ağız olsa gerek. Dilimiz, damağımız ama bilhassa da dişlerimiz. Kalabalık sofralarda yemek yediğimizde, uygarlığın bir tezahürü olarak, karşımızdakilere dişlerimizi göstermemeye çalışırız. Besinlerin ufalandığı, tiksinti yaratan ağzımızı kapatırız, seslerin dışarı çıkmamasına özen gösteririz. Elias Canetti, yemek esnasında dişlerimizi göstermemeyi “yamyamlık” dönemini bitirdiğimizin, karşımızdaki kişileri yemek istemediğimizin bir işareti, verilmiş garantisi sayar.

İster tek başına isterse kalabalıkta olsun, dehşet saçan her durumda dişlerdir. Katı besinleri, sözgelimi kıpkırmızı bir elmayı, bir dilim ekmek parçasını, hatta Robin Hood ve arkadaşlarında olduğu gibi nar misali “kızarmış geyik etini” parçalayan, kesip doğrayan, yutulmaya hazır hale getiren dişlerden başkası değildir. İnsandaki şiddetin kristalleştiği yerdir dişler. Tıpkı gözlerin olduğu gibi dişlerin de kamaşması boşuna değil. 

Öte yandan, mesele beslenme olunca elma, ekmek ve geyik eti arasında pek bir fark yok gibi: dişlerin işlevi daha çarpıcı: Çiğnemek, öğütmek, ufalamak. Elbette yemek yeme zahmetli bir iştir. Yemek için sarf edilen çaba, bunun karşılığında alınan lezzet ve haz kırıntıları mutlu bir doyum içindir. Doyum ve açlık arasındaki, o kökeni karmaşık çatışmanın kanlı muharebe alanı ağızdır: açılıp kapanıyor, salyalar akıtıyor, parçaladığı her besinde zafer çığlıkları atıyor. Tüm bu çaba ve tatmin oyunları için bir başka basamak da “yutma” faslı. Dişlerin ihtişamı, tat alma bölgelerine ayrılmış dilin mahareti, besinlerin zorunlu kurbanlığı yutmak; bünyeye, mideye almak için: Hayatın açlık yeniden kendini duyurana kadarki mutluluğu için.

Mutlu beslenmenin mümkün olmadığını daha erken öğrenemez miydik? Nitekim midenin ihtiyaçları insanlığa pahalıya mal oldu: Savaşlar, kıyımlar, harap edilmiş kentler, yakılıp kül edilmiş ormanlar, telef edilmiş hayvanlar, ırzına geçilmiş topraklar. Yazık ki evrensel hasat bir türlü toplanamadı; acının, gaspın, yağmanın, ölümün hasadı toplandı daha ziyade, hâlâ da toplanıyor.

Elmaya, ekmeğe ve geyik etine bağımlı olmadan; ellerimizle uzanıp aldığımız, emek gücümüzden vererek edindiğimiz nesneyi çiğnemeden, bozup kirletmeden yaşayabilseydik keşke. İştahla, oburlukla, salyalar ve damakla, dişler ve dille bu denli haydutlaştıktan sonra itidale yönelik ikazların da bir anlamı kalmıyor sanki. Hayvan, bitki ve dolaylı olarak da insanla beslenen bir varlığın, uygarlaşmış bireyin karşısında, sözgelimi Hz. Ali’nin “midenizi hayvan mezarlığına çevirmeyin” sözü naif kaçıyor. Willam Shakespeare, meşhur oyunu Othello’da “kıskançlık” bahsini tartışıp, insandaki içsel tatminsizliğe, küstahlığa ve kibre göndermede bulunurken, nankörlüğü, demek ekmeğe kör olmayı da hesaba katıyor: “Oh beware my Lord jealousy; / It is the green-eyed monster which doth mock / The meat it feeds on.” Yeşil gözlü canavarın ağzı bir kez açılıp kapandıktan, burun kanatları kan kokusunu, damağı etin tadını aldıktan sonra eyleme çeki düzen vermek nafile. Arzu bildiğini okur. Aç-canavar özne, besinle ilişkisinde korsanlaşır, adalet duygusunu yitirir, dahası yediği kaba tükürür, besini alaya alır: “… monster which doth mock / The meat it feeds on.”   

İnsan tekinin onu besleyen “ete” lanetler yağdırması yahut onu küçümsemesi, uygarlığın baskı araçlarına müracaat edilerek, dini ve pedagojik söylemlere yaslanarak, vicdani ve ahlaki yargılar dolaşıma sokularak terbiye edilebilir bir niteliğe sahip değildir. Hiçbir surette tam bir doyum sağlamamak üzere beslenmek zorunda oluşumuz: Dünyadaki kökensel trajedimizin kaynağında bu yatıyor olabilir.

***

Şimdiye kadar hep yalnız başımıza yemek yemiş olabilir miyiz? Acaba gerçekten bir sofraya mı ihtiyacımız var: içinde açlığı unutacağımız, hayvanlar gibi sadece o andaki doyuma odaklandığımız, kimseyi yadırgamadığımız, kimsenin bizi yadırgamadığı, dişlerimizi çekinmeden karşımızdakine gösterdiğimiz, ısırdığımız elmadan ötürü cezalandırılıp dünya cehennemine sürgün edilmediğimiz, arzularımızı günah fikriyle lekelemediğimiz, bizi besleyen nimete çatmadığımız, oyuncaklarımızı kırmadığımız, kendimizle azıcık da olsa barıştığımız, neşeyle ısırıp kopardığımız, suçluluk duygusuna gömülmediğimiz, düşünmeyip sadece eylediğimiz, sinirlerimizi, ellerimizi, yüzümüzü, bacaklarımızı hissettiğimiz, aşka da ölüme de eşit mesafede kaldığımız, tercih yapmak zorunda olmadığımız, serumlara ve şırıngalara ihtiyaç duymadığımız, diyetlerle kesintiye uğratmadığımız, reklamlar tarafından ayartılmadığımız, acil servislere kaldırılmadığımız, yalnızca kendimiz olduğumuz, doyup da rahatladığımız bir sofra…

Ütopyaların büyük bir çoğunluğunun bağışlanmaz kabahati, “sofrayı” pek ciddiye almamaları, bunun yerine daha ideal ve soyut değerleri (barış, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet vb.) dert etmeleri olmuştur. Oysa belki de bütün mesele henüz gerçek bir sofra adabımızın olmamasıdır. Benjamin genelde olduğu gibi bu bahiste de karamsar; evet, yalnız yemek yeme insanı kendine kapatır, vahşileştirir ama ona ütopyayı da anımsatmaz mı: Sofra ütopyasını. Cannetti’nin sözünü uyarlamak gerekirse, “insanın kendi suretini bir arkadaş gibi karşısına aldığı,” onunla konuştuğu, ona kızmadığı, onu anladığı, hatta onu ilk kez sevdiği bir sofra. İnsanın bu düşsel sofradaki herkeste kendi yansımasını gördüğü, kimsenin dışarıda kalmadığı, dünya nimetlerinden herkesin nasibini aldığı, daha fazlasına göz dikmediği, hatta önündeki yemişlerden tereddüt etmeden ikram ettiği şenlikli bir sofra… Şükürle kalkılan, aşkla yeniden kurulan, dostluğun hâkim olduğu, hasedin ve kıskançlığın olmadığı bir sofra…

Sadece ağızdaki tattan değil, “gözdeki tat”tan da bahseden ütopya şairi Nazım Hikmet’in “Taranta-Babu’ya Beşinci Mektup”ta anlattığı gibi belki de; insanlığın toprağında henüz yeşermemiş bir aşk, gelmemiş bir imkân, üstelik gerçekleşmeyecek olsa da uğruna çabalamaya değer bir düş: “İstediğin yemişin / rengini, etini, adını düşün / Gözdeki tadını düşün / kıpkırmızı güneşin / yemyeşil otun / ve koskocaman / masmavi bir çiçek gibi açan / ay ışığının /…/ Yılda bir veren nar / bin verebilir /  ve dünya öyle büyük, / öyle güzel / öyle sonsuz ki deniz kıyıları / her gece hepimiz / yan yana uzanıp yaldızlı kumlara / yıldızlı suların / türküsünü dinleyebiliriz.” Sonsuz deniz kıyılarında kurulan, herkesin belki yine yalnız olduğu, yani kendi emsalsizliğini yitirmediği ama mutlaka doyduğu bir sofra…