1 Kasım'a Giderken
Murat Belge

Seçim yaklaşıyor.

AKP, hükümet olmanın kural-içi ve kural-dışı her türlü imkânından yararlanarak yükleniyor. CHP ve MHP “bakan vermeme” politikalarıyla, bu küçük denetim imkânını da reddettiler. HDP’nin iki adamı ne kadar bir denetim sağlayabilir?

Güneydoğu’yu bir savaş alanına çevirdiler, elbirliğiyle. Böylece bölgede seçimin OHAL ya da sıkıyönetim koşullarında geçmesi teminat altına alındı. Türkiye, tarihinin en tuhaf seçimlerinden birine doğru yola çıktı. En azından 1946’dan beri böylesi hiç görülmemişti. 1 Kasım’a kadar uzun zamandır ya da hiç görmediğimiz şeyler görmeye hazır olmamız gerekiyor. Tayyip Erdoğan’ın yaratıcı dehası çalışıyor olmalı.

Bir yandan, bir “nabız tutma” aracı olarak, anketçiler de vızır vızır çalışıyor. Bu anket olayı yeni başladığı dönemlerde insana fazla güven vermiyordu. Ismarlama sonuç çıkarmaya hazır şirketler gibi zaten hemen akla gelen sorunlardan başka, Türkiye toplumunun alışkanlıkları da rol oynuyordu. Burada insanlar gerçekten ne düşündüklerini, ne istediklerini açık etmekten çekinirler. Yüzyılların baskı geleneklerinin bunda epey payı vardır. Dolayısıyla yanılma-yanıltma payı, daha kaynakta, epey yüksektir. Ama zaman içinde bu düzeyde işler epey değişti sanıyorum, çünkü belirli anket şirketleri pekâlâ doğruya yakın sayılar, oranlar tutturuyor.

Erdoğan’ın da bu anketlere çok meraklı olduğunu, önem verdiğini ve sık sık anket ısmarladığını sağdan soldan işitiyoruz.

Uzaktan izleyebildiğim kadarıyla, anketler Tayyip Erdoğan’ın istediği sonuçları vermiyor. Bir kere, asıl derdi haline getirdiği HDP oylarında beklediği düşüş yok. HDP hâlen barajın altında değil, üstünde seyrediyor. 7 Haziran’daki oranının üstüne dahi çıkabileceği söyleniyor ki bu şüphesiz çok iyi olur.

Tabii daha önemlisi, AKP’nin kendi oranlarındaki düşme. Böyle bir şey var mı, yok mu? Anketlerde, şirketine göre, o da görünüyor, öteki de. Gezici %39’a indirmiş, ama Gezici’nin bir Erdoğan-sever olmadığını biliyoruz.

Olup bitenlere serinkanlı bir mantık içinde bakınca, bir düşme olması gerekiyor. Memlekette kan gövdeyi götürmekte, yeniden “Korucu” örgütü edebiyatı v.b.; bunların sorumlusunun kim olduğu bence çok açık. Ama herkesin inanmak istediği şeye inandığı bu toplumda birçokları için o kadar açık olmayabilir ya da sorumlunun kim olduğunu görse de zaten gönlü ondan yanadır.

AKP, Millî Görüş kökenlerinden geldi. Millî Görüş’ün hayal edemediği oy oranlarına ulaştı. Nasıl oldu bu? Demek ki Millî Görüş’e oy vermeyen çok sayıda kişi AKP’ye oy verdi (bunların hepsi de seçimde ilk kez oy veren gençler olamazdı). Yani AP’ye Doğru Yol’a, ANAP’a MHP’ye o vermişler de 2001’den sonra belirli bir istikrarla AKP’yi tercih eder oldular. Bu, tabii, AKP’nin önemli bir başarısıydı.

AKP’nin yıllardır devam eden başarısının bir kısmı ona muhalefetin armağanı. “Muhalefet” derken de, özellikle “ana” muhalefetin, yani CHP’nin. Bu toplumda CHP’ye karşı, bir kısmı belki haksız, bir kısmı da mutlaka haklı nedenlere dayanan oldukça yaygın bir alerji, antipati var. Bugünkü CHP (Baykal’la başlayan dönemi kastediyorum) bu antipatiyi ortadan kaldırmak ya da en azından hafifletmek üzere hemen hemen hiçbir kayda değer iş yapmadı. Ecevit’in bir nebze sola açma çabalarını da geri döndürerek, bu çağda tek-parti CHP’sine ne kadar benzeyebiliyorsa o kadar benzemeyi başardı. AKP iktidarının ilk yıllarında, “fikir”, 28 Şubat’ın tekrarıydı. Askerler herhalde bir şey söyleyecek, yapacaktı. CHP’de onların bunu yapmasını bekleyecekti. Tarih tekerrürden ibaretse Türk tarihi safi tekerrürden ibarettir.

Gel gör ki böyle olmadı. CHP’nin kökleri AKP’ninkiler kadar derinlere inmiyor. İkisini bir başkasının müdahale etmediği bir teraziye koyunca CHP’nin kefesi havalara fırlıyor. Dinî ideoloji (bir derinliği olması gerekmiyor, hattâ olmaması daha iyi) ve oldukça kuralsız bir kapitalizm ve bu ikisinin bileşimi, bu toplumda en derinden işleyen damar. Bu da AKP’de var.

HDP ise hâlâ kendi kökenlerinin belirlemesi altında. Buradan büyük yüzdelere ulaşacak bir açılım yapması imkânsız.

Muhalefetin bu güçsüzlüğü karşısında, AKP kendi muhalifi olmaya karar vermiş gibi görünüyor. Bugünün Tayyip Erdoğan’ı oy oranını %50’lerin eşiğine taşıyan Tayyip Erdoğan’ı (ve o dönemin AKP’sini) iptal etti; “hükümsüzdür” dedi, “asıl Erdoğan benim.”

O zamandan beri de oy oranı yavaş ama düzenli bir düşüşe geçti.

7 Haziran’daki sonuçlardan sonra aklı normal çalışan bir siyaset adamı Erdoğan’ın yaptıklarını yapmazdı. Ama Erdoğan’ın zihni epey bir süredir normal çalışmıyor (ve bunun için tabanı onun eşsiz bir siyasî deha sahibi olduğuna inanıyor.) Bir de, iktidarı bırakmanın getireceği sonuçların baskısını hissediyor olmalı.

Dolayısıyla zorladı, yeni sansasyonlar yarattı (Tuğrul Türkeş v.b.) ve “1 Kasım” armağanını aldı. Şimdi bunu ne yapacak?

1 Kasım’da alacağı sonucun 7 Haziran’dakinden daha parlak (kendi beklentileri çerçevesinde) olacağı kanısında değilim. Daha kötü olmasını ben elbette çok istiyorum, ama zaten böyle olması kuvvetle muhtemel. Gelgelelim, 1 Kasım’ın AKP’yi “birinci parti” olmaktan çıkarması o kadar muhtemel değil. Bu da, Tayyip Erdoğan gibi inatçı bir kişilikte direniş için zemin olduğu inancını yaratabilir.

Sonuç olarak bu inatlaşmayı Türkiye halkının oylarıyla çözmesi gerekiyor. Adnan Menderes, “çoğunlukçu plebisiter– diktatör” olma yolunda, Tayyip Erdoğan kadar olmasa da, ciddi bir eğilim göstermişti. Ama ona “Burada biz varken sen kim oluyorsun?” diyen 27 Mayıs darbesi bu toplumda çok şeyi kördüğüm etti ve çok şeyi geciktirdi.

Tayyip Erdoğan mücadeleyi demokrasinin formel sınırlarının dışına çekmeye çalışıyor. “Osmanlı Ocakları” kurmakla, sarayına muhtarları toplayıp faşizan bir taban örgütlenmesi başlatmakla ve daha bir yığın davranışıyla yapmak istediği bu. Bunlara kapılmadan, demokrasinin meşru zeminlerinde, ama burada yapılması işlerin, mücadelelerin hiçbirini ihmal etmeden, hukukla ve vicdanla yürümeliyiz. Bunu yaptığımız ve Erdoğan’ın kişisel iktidar özlemlerini boşa çıkardığımız zaman, bu toplum demokratik mücadele pratiğinde çok deneyim kazanmış olur ve bundan böyle rütbeli ya da hutbeli diktatörlere pabuç bırakmaz.