Eşik
Evren Balta
AKP 2002 yılında bir “hikâye” ile iktidar oldu. Bu hikâyeye göre Kemalist devrim ile birlikte milli irade Batıcı ve elitist gayri milli gruplar tarafından ele geçirilmişti. Milletin otantik, milletle özdeş temsilcileri iktidardan sürülmüş ve böylelikle Türkiye’de gerçek demokrasi kapısı kapanmıştı. AKP iktidarı milletin iradesinin geri alınması anlamında bir milli devrimdi. Milli devrim büyük bir seçim zaferi ile beraber geldiği için de aynı zamanda demokratik bir devrimdi. Milletin iradesini gasp eden zalimlere karşı mazlumların ilk kez iktidara geldiği Türkiye bütünleştirici/birleştirici bir ortaklık zemininde yeniden inşa edilecekti. Bu bildiğimiz anlamda Türkiye’nin sonu ve yeni bir Türkiye’nin inşasıydı.

Bu hikâye (tarihsel doğruluğundan bağımsız olarak) kendi gerçekliğini yarattı. AKP iktidarının ilk yıllarında AB gibi platformlarla kurulan ilişki üzerinden de güçlendirildi ve AKP’nin pek çok fay hattı ile bölünmüş bir toplumu yönetebilmesinde önemli bir araç oldu.

AKP etrafında birleşen ve toplumsal meşruiyetlerini “zalim karşısında mazlum” hikâyesinden alan siyasal elitler iktisadi olarak serbest piyasa odaklı, kültürel olarak tüketime dayalı ve siyasal olarak da çoğunlukçu bir “yönetme modelinde” uzlaştılar. Bu koalisyon “eski rejimin” siyasi ve askeri elitleri ile “hesaplaştı”, ülkenin neoliberal kalkınma çizgisine muazzam bir hız kazandırdı ve uluslararası ilişkilerde ticaret yapan bir devlet olarak Türkiye’nin komşularıyla sıfır sorun politikasını yürütebilmesini mümkün kıldı.

Hikâyenin iyi başlayan sonu, aynı biçimde devam etmeyecekti. AKP’nin giderek izlediği otoriteryan siyaset hattı, eğitimin dindarlaşması/muhafazakârlaşması, yaşam tarzına yönelik müdahaleler mazlumlar ve zalimlerin yer değiştirmesinde önemli uğraklar oldu. Türkiye’ye de uğrayan küresel ekonomik ve siyasal krizi İslam’ın daha radikal yorumları ile aşma hissi AKP kadrolarına giderek daha fazla egemen olmaya başladı. Uluslararası alanın ve bölgesel dinamiklerin çatışmacı hale gelmesi Türkiye’yi tüccar olmaktan siyasetçi olmaya iterek bir taraf tutmaya zorladı. Bütün bu dönüşümler hem AKP’nin parti içinde (özelikle cemaat kadroları ile) kurduğu koalisyonun parçalanmasına hem de AKP’nin iktisadi/siyasi istikrar ile bağlantılı olarak devam ettirdiği mevcut hegemonik pozisyonun hızla erimesine neden olacaktı.

Hiç kuşkusuz bu hikâyenin bu kadar hızlı bir biçimde çözülmesinde Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinin ve AKP’nin yeniden şekillenen Ortadoğu’da kurucu bir rol oynamak istemesinin rolü çok büyüktü. AKP’nin “yeni Türkiye” tahayyülü her ne kadar söylemsel düzeyde tüm mazlumları kucaklayan bir ortaklık zemini olarak sunulsa da, devraldıkları siyasal/kültürel mirası da yansıtır bir biçimde en başından beri aslında bir Sûnni kardeşlik projesiydi. Bunun böyleliliği Ortadoğu’nun Sûnni-Şii hattında bölünmesi ve AKP’nin bu bölünmede açıkça Sûnni hattının kurucu aktörlerinden haline gelmesi ile kör gözlerin dahi fark edebileceği şekilde açığa çıktı.

Sûnni kardeşlik düşüncesinin Kürtlerle ilişkisi ise biraz daha çetrefilli bir yol izledi. Nitekim Cumhuriyet tarihinin başından beri Kürtler Müslümanlıklarıyla Türklük çemberinin içinde, Kürtlükleriyle bu çemberin dışındaydılar. Bu çember tarihsel/kültürel koşullara bağlı olarak Kürtleri içerip/dışlama hususunda kimi zaman daralmış, kimi zaman genişlemişti. AKP bu çemberi Sûnni kardeşlik temelinde genişletebileceğini düşünmekte, zaten muhafazakâr ve dindar bir kitle olarak gördüğü Kürtleri zaman içinde seküler bir hareket olan PKK’nin “boyunduruğundan” Müslümanlık/Sûnnilik temelinde “kurtarabileceğini” hayal etmekteydi.

Bu hayal Suriye savaşı ile birlikte çöktü. Nitekim Suriye’de Kürtler AKP’nin Sûnni kardeşlik temelinde kurmayı tahayyül ettiği “yeni Türkiye/yeni Ortadoğu” projesinin bir ortağı olmayı açıkça reddettiler. Hatta Suriye’de Kürt hareketi kendisini Selefi hareketlerin en büyük alternatifi olarak inşa etti ve tam da bunu yaparak Ortadoğu’daki dengeleri AKP hükümetinin arzu etmediği bir biçimde yeniden şekillendirdi.

Üstelik aynı anda içeride de Sûnni kardeşlik temelinde Kürtlerle birleşme düşüncesi ve muhafazakâr haleyi genişletme hayali 6-7 Ekim (2014) Kobane olayları ile birlikte çöküyordu. AKP’nin Ortadoğu’da Selefi gruplara verdiği desteği protesto etmek için “Diyarbakır Kobane’dir” diye sokağa çıkan on binlerce Kürt esasında Ortadoğu için başka bir siyasal projenin mümkün olabileceğini ve Kürtler arasındaki Türkiye’yi aşan bağların altını çiziyordu.

Gezi ile Türkiye’nin Batı’sındaki hikâyesini tamamen kaybeden AKP, Kobane ile Türkiye’nin Doğu’sundaki hikâyesini tamamen kaybetti. Kürtler esasında AKP’nin “birleştirici” olma iddiasındaki son halkaydı. O halkanın da kaybı iktidarın tamamen içe büzülmesi ve (kalan) tüm demokratik iddiasını kaybetmesi ile sonuçlanacaktı.

‘90’lara mı dönüyoruz sorusunun altında yatan bir temel dinamik de buydu aslında: “Toplumu bir arada tutan “bir çözümün” (veya bir aktörün) kalmadığı ve bütün fay hatlarının harekete geçtiği bir döneme mi geri dönüyoruz? Kürtlerin, Alevilerin, sekülerlerin ve kendini iktidar karşısında tehdit altında hisseden tüm grupların kendi varlıklarının/kimliklerinin garantörlüğünü kendilerinin üstlendiği bir döneme geri mi dönüyoruz? Eğer herkes kendi varlığını garanti etmek zorunda kalırsa bu genişlemiş bir iç savaş anlamına gelmeyecek miydi? Eğer devlet açıkça belirli bir kimlik etrafında örgütleniyor ve bu kimliğin haricindeki grupların “özne olmasını” kabul etmiyor, bu grupları eziyor/baskılıyor/öldürüyor ise her grubun kendi varlığını savunmasından başka bir yol mümkün müydü? Hamit Bozarslan’ın tabiriyle sadece AKP’nin siyasal projesi değil ama 100 yıllık bir tarih çökerken, yeni bir toplum oluşturmayı mümkün kılabilecek bir “kolektif” irade ortaya çıkabilir miydi?

7 Haziran öncesinde HDP Kürtler, Aleviler, Sûnniler, sekülerler, kadınlar, gençler, çocuklar herkes için ortak “yeni bir yaşam” çağrısında bulunarak tam da bu kolektif iradeye aday olduğunu ifade etmişti. Bu çağrı HDP’nin (sadece Kürt hareketi ile değil) Kürtlükle bir düzeyde mesafe almasını, Kürtlerin Türkiyelileşmesini, Türkiye’nin de Kürtleşmesini içeriyordu. Mevcut kimlikleri ve bölünmeleri aşan yeni bir kimlik çağrısını içeriyordu. HDP Türkiye’nin mevcut krizine eşitlikçi/özgürlükçü ve aynı zamanda kolektif bir alternatif sunuyordu.

Bu çağrı bugüne kadar Türkiye’de hiçbir sol/muhalif hareketin almadığı kadar güçlü bir destekle karşılık buldu. 7 Haziran’dan sonra yaşadığımız şiddet sarmalı belki de en çok bu çağrının bulduğu bu desteğin yarattığı endişe ile ilgiliydi. Bu çağrının bu toplumu değiştirmesinden duyulan korku ile ilgiliydi. Kendi hikâyesini tüketenlerin alternatif bir hikâye inşasının önünü kesme arzusu ile ilgiliydi. Çünkü şiddet kimlikleri böler ve birleştirirdi. Şiddet şiddetin sınırlarının dışına taşan kolektif kimliklerin inşasını güçleştirirdi. Bu yaşadığımız şiddet sarmalı her şeyden önce “Türkiyeliliği” ve “yeni bir yaşamın” olanaklılığını hedef aldı.

Bu seçimler bir eşik. Sınırları kanla çizilen kimlikler yerine sınırları hak, hukuk, ve adaletle çizilen “eşit ve özgür” bir kolektif inşa edebilecek miyiz? Bütün bu şiddet sarmalına rağmen bu kolektif hayalde ısrarcı olabilecek miyiz?

Seçim sonuçları ya da hükümet senaryoları değil, tam da bu ısrar bir toplum olarak Türkiye’nin geleceğini belirleyecek.