Gülten Akın'ın Anısına
Barış Özkul

“Ölümü ben ölümü ben 

 Tuttum uzağımda yadsıdım

 Bir vida gibi sessiz kendiliğinden

                O bana alıştı”


Geçen hafta yitirdiğimiz Gülten Akın’ın şiirdeki yeri, birkaç dizeyle veya kısa bir anma yazısıyla geçiştirilemeyecek kadar önemli. O yüzden burada birkaç ayırıcı özelliğine işaret etmekle yetineceğim.


***
Bence Gülten Akın’ın başyapıtı 1972-75 arasında yazdığı, 79’da yayımlanan “Seyran Destanı”dır.

“Destan”a yazdığı sunuşta Celali İsyanları’nın tarihçesini, “büyük kaçgun”un yarattığı toplumsal hareketliliği; Osmanlı köylüsüne musallat olan dirlik erbabını, ümerayı, ulufelileri anlattıktan sonra 1940’lara gelir Akın. Der ki “göç nedenleri oldukça değişmiş de olsa, yoğunluğu artarak süren yeni bir göç dönemini yaşıyoruz. Göçenler, köylerin eli iş tutan gençleridir... Destanımız “Seyran”, bu büyük olgunun izlerini taşıyor.” 

Seyran, bir Anadolu epiğidir; Sıvas, Hakkâri, Kars, Kırşehir, Yozgat, Salihli, Van ve oralardan kalkıp büyükşehre yerleşenlerin epiği. Türk edebiyatında göç olgusunun iç karartıcı bir istila deneyimi veya bir Anadolu güzellemesi olarak sunulduğu tarihlerde taşranın karmaşık deneyimini taşralının gözünden, güzelleme ve yergi kıskacından kurtararak anlatabilen çok az şair vardır. Akın’ın bu yeteneği neye yorulmalı? “Tanrı vergisi” bir empati yetisine mi? Deneyimle kazanılmış bir görme becerisine mi? Bir dramatik imgelem zenginliğine mi? Birbirine indirgenmesi olanaksız bütün bu öğeleri birleştiren, hüzün ile melâl arasındaki farkın ayırdına varmış incecik bir melankoliye mi?

***

Yeni Eleştiri gibi akımlar, yazarların hayatlarıyla yapıtları arasında katı ayrımlar yaparlar. Bu ayrım her zaman doğru sonuçlar vermez. Gülten Akın hayatının bir döneminde epeyce Anadolu kenti, kasabası görmüş olduğuna göre folklor bilgisi ve duyarlığı dışında zihninin bir köşesinde birtakım "gerçek" imgeler de yer etmiş olmalıdır. Örneğin, başka bir düzeyde “iyi” bir şair olan Melih Cevdet’in şiirinde mitoloji yer yer kitabileşirken Seyran destanının üstüne nerdeyse sinematik bir ışık düşer.


“Van’dan Gelirik"ten:

"(…) Aşağıda ilk yazın ürküttüğü balık sürüleri
Yumurtalarını gizleyerek gövdelerinde
Irmak ağızlarına yöneliyorlar
Buluttan başlığıyla Süphan
Bir kar taneciği bile vermeden karşılık
Akşam güneşini kullanarak anlatıyor son töreni

Göl durgun ve kızıl pırıltılı
Sıvanmış Engil suyunun balıkçıları
Ağları çekiyor dalyanlardan
Kuşlar koyağında
Martılar turnalar balıkçıllar
Koca bir savaşı bitirmiş, yorgun
Beyaz sessizliğe sıralanmış
Duruyorlar (…)"

Basmakalıp bir taşra algısını boğucu bir didaktizmle dayatmak, “yok olmaya yüz tutan köylülük” gibi klişelere yaslanmak Türk düşünce dünyasında rağbet görmüş tavırlardır. Akın ise taşrayı “başkasının bıçağını kendi üstünde bileyerek”, kendi dışına çıkıp tebdil gezinerek anlatır. Böyle böyle söze ve anlatıya dayalı bir sahiciliğe varır. “Hakkari’den Gelirik”ten:

"(…) Bey oğluyum, şivan oldum
Kara keçilerinin ardında
Onun yüzünden.
Gece gece uykusuz
Çadırlarını döndüm
Sayısız kani, bulak geçtim
Yandım, soğuk sular içmedim
Geldim durdum eşiğinde
Kandırdı beni (…)

(…) Güzeldir bizim eller, ne güzeldir
Yiğittir erkeği kadını
Yürek gerek kuş uçmaz dağlarda
Hırçın kuşlarla boğuşmak için
Çılgın yazlarla sevişmek için
Boylarımız birbirine bazan dosttur, çokça düşman
Dostki, Oramari, Piryaniş
Jerki, Gerdan, Mahmuran
Hele Meyrum Ertuşi
Pusatlıdır kendi görür işini…”

Köyden kente göç karşısında sokurdanmak ve hayıflanmak yerine yeni bir kültürel alaşıma varmak istemesi, doğruculuğun değil yaşama telaşının şiirini yazması bakımından ben Gülten Akın'ı John Berger’a (Bir Zamanlar Europa'da-Domuz Toprak-Leylak ve Bayrak üçlemesindeki Berger’a) benzetiyorum (Sonraları Latife Tekin de Sevgili Arsız Ölüm’de aynı yolu izledi). Dünyanın bizim gözümüzden değil Akın’ın şiirlerine giren Kars’lı Selim’in, Hakkari’li Meyru’nun, İzmir’de Karabağlar’daki Yozgatlı bir kumcunun gözünden ve dilinden nasıl göründüğünü anlatabilmek az buz iş değildir. İçtenliksizliğe sapmadan bunun üslubunu kurabilmek başlı başına maharettir.

***

Gülten Akın'ın verimli bir paradoksu '80'den sonra göç olgusundan bir tema olarak uzaklaşırken mülteciliğin (ruhen ve fiziken) şiirinde kuşatıcı bir mesele haline gelmesidir. Sevda Şiirleri’nde yer alan “Ters Çingene”, aidiyetsizliğin verdiği özgürlük duygusunun benzersiz bir anlatımıdır:

“Upuzun bir avın gümüş tilkisiyim
Irmaklar boyunca koştum karda koştum
Bıraktım kıymadım canlar azizdi
Dönüp kendimi avladım.

Hazırdı çizgiler, isteyene verdi yaşam
Hazırdı, ben onu salt masalladım.

Ters çingenesiyim güneşin, bir onu izledim
Yollar özlemden kanadı, adımı yansıdı dağlar
Ağacoldum yemişlerim silkelendi, hoşnudum
İçime yürüdü ayaklarım
Hallac kendim, Nesimiyim, öyle inandım ki
Tenimin dışına çıktım.”

"Barok"’ta mültecilik, gül ağacı gibi boylanan bir sanat yapıtıdır:

"Her mültecinin içinde bir gül ağacı boylanır
Sıcağa susuzluğa dayanıklı
Ülkesizlik tüm ülkeler sayısınca genişliktir.
Sınırsızlığa, sonsuzluğa dayanıklı.

Özlem değil hayır üzünç değil
Özleme üzünce karşı koymaydı
Ansızın ve nedensiz fırlatılıp atılmış da
Yasasız tüzesiz suçsuzluğa dayanıklı.

Barok bedenine düşleri ve kuşları
Aynı incelikle yerleştirebilir
Vivaldi bir uçta Borges öteki
Çılgın kalabalığa, sinsi yalnızlığa dayanıklı
Her mültecinin içinde bir gül ağacı boylanır."

***

12 Eylül, Gülten Akın için belli ki bir kırılma anıydı. Darbeden altı yıl sonra basılan Günün Şiirleri’ne epey karamsar bir ruh hali hâkimdir. Karamsarlığını alttan alta, salt şiirin olanaklarıyla iletmek de istemez Akın. Düzyazıyla anlatılması ve algılatılması gereken bir zulüm vardır: “Bana Yeniden Gülümse”, “Mahkemede”, “Yargının Öte Yüzünde”… Bazen doğrudan doğruya oğluna seslenir.

Oysa 12 Eylül’den önce yazdığı politik şiirlerde “öfkesi” daha salim, daha dingindir. Karşı çıkışı şiirin içinde başlar, şiir ona eklenmez. “İbrahim için Söylence”, bu yönüyle çarpıcıdır:

“(…) İbrahim, Urfa’ya iner
Görür ki insanı, korkularla
yozlaşmış, kabuk bağlamıştır
tapınaklardan, putlardan.

Kırar Nemrut’un putlarını.

Buyurur Nemrut
Bir ulu ateş yakılsın
Bulunsun İbrahim
Halkının önünde ateşe atılsın
İbrahim’i uzun bir mancınıkla
Fırlatırlar ateşin ortasına

İbrahim havada bir olur
Özdeşleşir tanrısıyla

“Ey ateş soğu ve selamet ol”
Ateş soğur
Oğul, halkının gözleri önünde
Ateşe
Atlas döşeklere iner gibi iner.

O gün bugündür Nemrutlar
Ateşe ve kana sığınırlar
Ve ilk ihaneti ordan
Ateşten ve kandan görürler
Çevrilir yalımlar ve namlular
Kendi akrep bedenlerine
Halk dirilir”

***
1991’de basılan Sevda Kalıcıdır,  Akın’ın 12 Eylül’den çıkışını, şiirle kavuşmasını müjdeler:

“Günlerce aylarca şiirden kaçtım
Gümüş tilkim mavi sincabımdı kovaladı beni
Işığı önüme düştü yansıdı balkıdı
Dokundu okşadı, ayağımı çeldi yolumu gözledi.”

Bundan böyle, '80' öncesinin epik-destansı ögelerine dönmez. Sevda Kalıcıdır ve Sonra İşte Yaşlandım gibi son yapıtlarında “Osman Hamdi Bey-Bir Kadının Portresi” gibi istisnaları saymazsak içe dönük bir şairle karşılaşırız. Bellek, ölüm, düş, gece, zaman gibi temalar öne çıkmıştır.

Bunları söylerken Gülten Akın’ın elli yılı aşkın süre şiir yazan, hayli üretken bir şair olduğunu da söylemek lazım. Hakkı verilerek incelendiğinde eminim bu yazıda gösterilenden çok daha fazlası gösterilecek, bambaşka hikmetler keşfedilecektir.

Bu kişilikli şairi 12 Eylül karanlığında yazdığı “Gül için İlahi” ile uğurlamak isterim:

“İnsanlar bir gülü bir senetle
değiştirmeye alıştılar
İnsanlar başka insanların hayatını
Bir hezaren sandalye midir hayat
Dizip kaldırmaya alıştılar

İnsanlar yüreği ve onuru, alıştılar…
Yelin üflediği yaprak mıdır onur
Yürek arsız otlar gibi ayak altında
Tanımıyor kimse kimseyi
Ve kendini tanımak istemiyor
İnsan tanımazsa kendini insan
Nasıl varolabilir

Bu yüzden dünya hey koca dünya
Dönüyor bir ölüler ülkesine
Susanlar şimdilik oyunun dışına düşenler
Yalnız onlar doğrulup kalkacaklar
Gün kıyamete erdiğinde”