Kanamalar
Derviş Aydın Akkoç
Sustuğumuz, hem de çokça sustuğumuz yerler vardır hayatta. En çok da oralarda, sesin yok olduğu, sözün hükmünü yitirdiği, çığlık atma arzularının dahi yavaşça boğulduğu o karanlık ve bulanık yerlerde kanarız. Bu koyu yapışkan susma yerlerinden bir kelime, bir harf çekip çıkarmak için boşuna uğraşırız, kudretsizliğimizi anlarız, çaresiz susarız boylu boyunca. Her şey kalkıp gider. Tanıdık bir yapışkanlık kalır geriye. Karanlık da kalır. Külçe gibi. Ağzımızın olmasının hiçbir şeye yaramadığı yerlerdir bunlar. Kendimize dahi anlatamadığımız bir ıslaklığı, yabaniliği, uzaklığı, bir başkasına anlatmaya çabalamak: Konuşmaya benzer şeyler yapmanın bir anlamı kalmamıştır aslında. Ama neyse ki kanarız, bu da bir işarettir yaşadığımıza. Yüzümüzden mevsimler geçmiştir, ellerimizden sular yürümüştür, kulaklarımız türlü sesler işitmiştir, gözlerimiz bir şeyleri görmüştür, hafızamızda cam kırıkları gibi bir şeyler birikmiştir, hatırladıkça batan. Ve tüm bunların altında, daha aşağılarda sustuğumuz, belki de susmak zorunda kaldığımız o yerlerimiz vardır; iç kanama merkezlerimiz.

İşin kötüsü, bu iç kanamaların, yani susma sancılarının çoğunlukla zamansız oluşudur: Bir otobüs gürültüsünde. Bankaların dolarlı reklam ilanlarında. Soğuk taş binalarda. Üç ayaklı bir sokak köpeğinde. Hastane koridorlarında. Rüzgârların göz göz ettiği bir viranede. Bir şampuan kutusunda. Bir domatesin çürümüş renginde. Bir kadının kahverengi titrek bakışlarında. Yorgun argın uyanılan uykularda. Vurdulu kırdılı bir filmde. Alkol çanlarında. Hafızanın puslu bulanık köşelerinde. Bir bisiklet tekerleğinin görüntüsünde. Hayat Bilgisi ders kitapları resimlerinde. Yağmurların serin yağdığı zamanlarda. Dokunsan kırılacak çay bardaklarında. Toprağın bir kokusunun olduğu vakitlerde. Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ında. Yıpranmış beden eğitimi eşofmanlarında. Unutulmuş yüzlerde. Big babol kavun aromalı sakız ambalajlarında. Lcwaikiki mağazalarında. Eksi ile eksinin çarpımının pozitif olmasında. Parıldayan vitrinlerde. Uğultularda. Kalabalıklarda. Sarı pis sokak lambalarında. Ezberlenemeyen zararlı cemiyet adlarında. Dondurma külahlarında. Mezar taşlarında. Göğün zangırdamasında. Seçmen kâğıtlarında. Kalın ürkütücü balgamlarda. Gazete manşetlerinde. Kurşunileşen bulutlarda. Habis yaralarda. Seğiren kireç beyazı yüzlerde. Parçalanmış ceset sergilerinde. İki büklüm yoksulluklarda. Bozuk paralarda. Sökülen aşklarda. Yol üstü lokantalarında. Plastik sürahilerde. Saat tıkırtılarında. İncir reçellerinde. Minibüs kuyruklarında. Çiçekli yastık kılıflarında... Kanamalar. Kanamalar. Sustuğumuz yerlerimizden. Dalıp gitmeler sonra. Durup dururken. Anlık. Nereye? Kırgın hafızalarımızın zarlarını yırtan ama yine de sesini bulamayan o susmalarımız. Hiç değilse bir susma yerinden ötekine köprüler olsa. Böyle kopuk dağınık, aniden olmasa kanamalar; bilsek ne zaman geleceklerini, hazırlansak, telaşlanmasak…

***
Cümle takım taklavatıyla kanamalara tampon yapmak üzere kurulu bir zamanda yaşamak: Susmalara tahammül edemeyen, insanı delik deşik eden, ille de söze kavuşturmak isteyen, dilin bağırtılarına çeken, konuşmaya zorlayan, ondan sadece bir ağız olmasını isteyen bir zaman. Susmanın şiddetiyle barışmayan şu konuşma zorbalıkları. Susmak bir hak değildir. Bir durumdur. Hal böyleyken gırtlağına oltalar geçirilmiş balıklar gibiyiz. Konuşmanın sağaltıcılığına bütünüyle ikna edildik belki de. Konuşmak boşalmak mıdır? Boşalmak bu kadar önemli midir? Konuşmak susuşları kelimelerle süslemek gibi bir şey. Oysa susuşların süslemelere ihtiyacı yok. “İnsanın ağzından giren değil, çıkan şeyler kirlidir,” diyordu bir peygamber. Susmak, hep değilse de, en azından bazen susmak, susmanın güzelliğini yaşamak. Kelimelerin kirinden arınmak. Kan kaybından ölecek değiliz, bir süre boşalmayız, azıcık dolarız, hatta artarız bile. Belki yeni ve bambaşka kelimelere çoğalırız, susuşları süslemeyen, kesip biçmeyen, dilin yangılarına serpintiler olan kelimelere...