Ulusal Cephe'nin Önlenebilir Ama Önlenemeyen Yükselişi
Ahmet İnsel
Fransa’da siyasal alan artık sağ ve sol olarak değil, sağ, sol ve aşırı sağ olarak neredeyse üç eşit parçaya ayrılmış durumda. 1970’lerde kurulan ve o zamandan beri oyunu inişler ve çıkışlarla %1’den %30’a taşıyan Fransa’nın aşırı sağ partisi Ulusal Cephe, artık sadece öfkesini soğutmak, tepkisini haykırmak için oy verilen bir parti değil. Bir beklentiyle, bir “umut”la da oy verilen bir parti. Değişim umudu olarak sunulan bu beklenti, Fransa’nın sınırlarının göreli kapalı olduğu, AB’nin olmadığı, istihdamın tam olduğu, küreselleşme belasının yaşanmadığı, Fransa’ya gelen göçmenlerin egemen kimlik ve değerleri kabul etmeye can attıkları, “güzel günler Fransa’sı”na özlemi ifade ediyor. Bir de yönetici elitlerin alttakilerin endişe ve sorunlarına daha duyarlı olması beklentisini. “Güzel günler Fransa’sı”, Fransızların kendi aralarında mutlu, mesut yaşadıklarına inanılan nostaljik günleri temsil ediyor. 

 

Ulusal Cephe’nin ikinci kuşak yöneticileri, hareketin yıllar boyunca alametifarikası olmuş antisemit nefret söylemini, seleflerinin bunu onaylamayan bakışlarına rağmen terk ederken, elbette “içimizdeki tehlike” temasını elden bırakmıyorlar. Arap/Müslüman figürü, bugün ortalama Fransız için çok daha elle tutulur bir yakın ve büyük tehlike olarak algılanıyor. 

“Biz ve onlar” ayrımını her zaman ön planda tutmuş olan Ulusal Cephe söylemi için, artık “onlar” ezici çoğunluğu Mağripli Arapdan oluşan Müslümanlar. Kamuoyu anketlerinde deneklerden ülkedeki Müslümanların oranını tahmin etmeleri istendiğinde verilen yanıtlara bakılırsa, Fransa’da yaşayanların beşte birinden fazlası Müslüman! Gerçek rakamlar elbette bu değil. İstatistik kurumunun verilerinden hareketle yapılan tahminler, nüfusun %8’inin Müslüman kökenli olduğunu gösteriyor. Üstelik Müslüman kökenli olanların hepsi kendini Müslüman olarak tanımlamıyor. Yapılan bir ankete göre Fransa’da 2,1 milyon yetişkin kendini Müslüman olarak tanımlıyor. Katolik olarak tanımlayan yetişkinlerin sayısı ise 12 milyon civarında. Fransa’nın nüfusu 65 milyon.

Ulusal Cephe 1970’lerden beri esas olarak üç temayı işliyor: Fransız kimliğinin korunması, göçmen sorunu ve güvenlik. 1970’lerde bu temalar açık biçimde ırkçı, antisemit, Fransa’nın Cezayir’i kaybetmesini hâlâ kabullenemeyen, Fransa’yı işgal eden Nazilerle işbirliği yapan ve “düzen, aile ve çalışma” değerlerini yücelten Vichy yönetimine hayranlığını sürdüren bir avuç insana hitap ederken, şimdi “ulusal kimlik ve birliği savunma” adı altında, seçmen topluluğunun dörtte birinden fazlasını cezbedebiliyor. Bunların çoğunu ırkçı, Nazi hayranı faşistler olarak tanımlamak yanıltıcı olacaktır. Biraz deştiğinizde önemli bir kısmının kendisinin veya anne ve babasının yakın tarihe kadar komünistlere, sosyalistlere, hatta radikal sola oy vermiş olduğu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Ulusal Cephe’nin yeni seçmenlerini çeken şey sadece nefret söylemi değil. “Biz”in korunması gereği adı altında, “ben”in yeni iktisadi ve kültürel tehditler karşısında korunması talebi dile getiriliyor. 

Ulusal Cephe’nin programını tartışmak anlamsız. Onu seçmen topluluğu nezdinde cazip kılan, esas olarak, piyasa toplumunun giderek yok ettiği “hakiki Fransızlar” arası dayanışmayı güçlendirmeyi, “otantik Fransa”nın erozyona uğrayan değerlerinin yeniden canlandırılmasını ve bir milli birlik ve dostluğun tesis edilmesini vurgulaması. Ve bunu teknokrat bir dille değil, halkın sıradan dilini konuşarak yapması. “Otantik Fransa” deyince, bunun bir yandan İslâm’ın kamusal alandaki görünümlerine karşı katı bir laikçiliğe, diğer yandan Fransa’nın Hıristiyan-Katolik değerlerini savunmaya dayandığını hatırlamak gerekir. Başörtüsünün yasaklanması talebiyle yetinmeyen, cami önünde domuz sucuğu partisi düzenleyen, ilkokul yemekhanelerinde domuz etsiz mönü hazırlanmasına yönettiği belediyelerde karşı çıkan, laiklik kılıklı bir İslâm’la mücadele programı bu. Diğer yandan, bazı Müslüman ailelerin çocukları için biyoloji, beden eğitimi, hatta tarih gibi derslerde farklı müfredat uygulanması taleplerine karşı okul idarelerinin şaşkınlık ve çaresizliğini de ustalıkla kanalize ediyor. 

Komünist Parti’nin siyasal alandan neredeyse silinmesinin yarattığı boşluğu, iktisadi yeniden yapılanmalarla büyük bir statü kaybı yaşayan işçi sınıfı arasında Ulusal Cephe’nin doldurmaya başlaması yeni bir olay değil. Yeni olan, 2008’den beri devam eden büyük iktisadi duraklamanın sosyal etkisiyle göçmenler daha fazla iktisadi rakip olarak görülürlerken, giderek artan İslâmî kılıklı terör eylemleri nedeniyle göçmenlerin artık fizikî olarak bir güvenlik tehdidi kaynağı olarak damgalanmaları oldu. Hele Charlie Hebdo saldırısı ve onun benzerlerinin ve son olarak Kasım ayındaki Paris saldırılarının çoğunun yabancılar tarafından değil, göçmen kökenli Fransa doğumlu Fransızlar tarafında gerçekleştirilmiş olması, Ulusal Cephe’nin “içimizdeki tehdit” temasının elle tutulur bir gerçeklik algısına dönüşmesine yol açtı. Son yıllarda, düşmanın artık kendisiyle aynı kimlik kartını taşıdığına ve hemen yanı başında yaşadığına inanan Fransızların sayısı gözle görülür hızda arttı. Bu da güvenlik devleti beklentisinin tavan yapması demek. Sosyalist Parti’nin pazar günü seçimlerde beklenenden daha az oy almasının esas nedeni, Ulusal Cephe’ye karşı son anda sağlanan kısmi mobilizasyondan çok, 13 Kasım saldırıları sonrasında aleacele yürürlüğe sokulan Acil Durum önlemleri ve kapsamı hızla genişleyen güvenlik devleti uygulamaları oldu. Başka bir ifadeyle, sosyalistler sağın ve aşırı sağın önerilerini uyguladılar. 

Bütün bunlara rağmen Ulusal Cephe’nin Fransa’nın birinci partisi konumuna gelmesini sadece Arap/Müslüman ve daha genel olarak beyaz olmayan yabancı korkusuyla izah etmek, Fransa’da siyasetin yaşadığı büyük altüst oluşu basite indirgemek olur. 

Ulusal Cephe’nin yükselişinde solun iki önde gelen akımının, Sosyalist Parti ve Yeşiller’in giderek kentli yeni orta sınıfın partisine dönüşmelerinin rolü de inkâr edilemez. Sosyalist Parti seçmenleri için kullanılan “havyar yiyen sol” tabiri, abartılı olsa da, çok şey ifade ediyor. Buna Yeşiller’in, halk kesimlerinde yerleşik olan, “doğal ürün tüketme ve bisikletle dolaşma lüksüne sahip yeni burjuvalar” imajını da ilave etmek gerekir. Sosyalist Parti artık bir yönetici elit kulübü olarak çalışırken, Sarkozy’nin şahsi seçim makinasına dönüştürdüğü sağ partinin De Gaulle’cü geleneği terk etmesiyle açılan boşluğu Ulusal Cephe dolduruyor. Hem bazı siyasetçiler hem de seçmenler arasında ulusal egemenlikçi soldan Ulusal Cephe’ye belirgin bir geçiş var. Ulusal Cephe bir yandan genç ve kadın imajını öne çıkarıp, küresel piyasada kendine yer bulamayan donanımsız gençleri cezbederken, hem küreselleşme hem AB sistemi nedeniyle kendilerini dışlanmış hissedenlere ağırlıklı olarak hitap ediyor. Son göçmen dalgasının da yarattığı toplumsal psikozu, sınır kavramını yücelterek siyasete tahvil ediyor. Schengen anlaşmasının lağvedilmesi ve ulusal sınırların yeniden sıkı koruma altına alınmasını; ülke içinde, hem istihdama hem de sosyal devlete ulaşımda Fransızlar ile yabancılar arasına bir fark konması, bir sınır çekilmesini; ekonomik alanda ortak pazar uygulamasına son verip, AB’den çıkılmasını; ve kültürel planda otantik yerli kültürle “ulusa yabancı olan” kültürün kamusal alanda eşit haklara sahip olmamasını savunuyor. 

Ulusal Cephe’yi artık sadece aşırı sağ olarak nitelendirmek de aslında yeterli değil. Aşırı sağın niteliklerini korumaya devam ederek, bunu bir yeni-ulusalcılığa dönüştürme çizgisi izliyor Marine Le Pen. Bunda başarısız olduğu söylenemez. 2000’lerin sonunda ciddi bir gerileme yaşayan Ulusal Cephe’nin, 2010’lardaki düzenli yükselişinin arkasında neo-liberal politikaların neden olduğu büyük toplumsal tahribata karşı sistem partilerinin kayıtsızığı veya çaresizliği ve bu tahribatı somut olarak yaşayanların şikâyetlerini küçümseyerek, hatta alay ederek karşılayan elitlerin tavrı yatıyor. Neo-liberal küreselleşme karşısında endişelerini, çaresizliklerini dile getirenlere karşı bu elitlerin takındığı tavır, Fransız Devrimi öncesinde ekmek bulamadığı için halkın ayaklanması karşısında, “Ekmek bulamıyorlarsa, çörek yesinler” dediği rivayet edilen Marie-Antoinette’in kibirli üst sınıf duruşunu hatırlatıyor. 

Fransa’da aşırı sağın merkeze doğru yürüyüşüne karşı mücadele etmek için, solun kapsamlı bir tahayyül dünyası ve kadro değişimine ihtiyacı var. İlginç olan Fransa’da solda herkesin üzerinde hemfikir olduğu ama somut hiçbir adımın atılmadığı, işe yaramayan bir doğrudan daha fazla bir anlam işaret etmiyor bu tespit. Bu arada Ulusal Cephe’nin önlenebilir yükselişi devam ediyor.