Her neyse, onyıllardır Abdullah Cevdet Sokağı diye hayat etmiş, mahalle ve şehir sakinlerinin hatıralarına, postacıların-kargocuların zihnine, adres soranların yol tarif edenlerin diline öyle yerleşmiş bir sokağın daha adı değişiverdi işte.
Nisan’da da Ankara’nın merkezî meydanlarından (gerçi çoktan meydanlıktan çıkıp kavşağa dönüştürülmüş olan) Tandoğan Meydanı’nın adı değiştirilmiş, Anadolu Meydanı yapılmıştı. AKP’li ve BBP’li üyelerin gerekçesi, adın ‘sahibi’ Nevzat Tandoğan’ın, halkı aşağılayan tek parti zihniyetinin timsallerinden olmasıydı. Üyelerden biri, Tandoğan’ın 1944 Türkçülük davası sanıklarından Osman Yüksel’e, “size ne oluyor öküz, milliyetçilik lazımsa biz yaparız” demiş olmasını örnek gösteriyordu. Biz, devrin ceberut Ankara valisinin, asıl solcu talebelere “size ne oluyor ulan, memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz” dediğini biliriz.
Evet, Nevzat Tandoğan benim nazarımda da hiç muteber biri değil. Peki, sokaklarımızda, caddelerimizde adı yaşatılanlar içinde bir günahkâr o mu? Hem, kentsel hafızada yer etmiş mekân adlarının, bir göreli özerkliği yok mudur artık?
Gönlüm, elbette, esasen ‘iyi’ insanların ve olabildiğince çok sivillerin adlarının mekânlarda yaşatılmasını ister. Bununla beraber, insanlık suçu işlemiş berbat mücrimler değilseler, o şehirden çıkmış, orada yaşamış bazı mendeburların adlarına da bir sokağın bulunmasını sineye çekerim. Ne olursa olsun, numaratör gibi ad değiştirmenin mekân belleğine, kentsel hafızaya darbe vurduğunu unutmamak lâzım.
Türk Tarih Tezi’nin müelliflerinden, ilerleyen yıllarda ‘meczuplaşan’ Kemalist Saffet Engin, –ki kendi adını da Arın yapmıştı–, kitaplarının basım yerini belirtirken İstanbul yerine Atatürkkent yazdırıyordu. “Kemalist tek parti/CHP zihniyetiyle” mücadelede ona benzeyen AKP’liler de çıkacaktır.
Almanya’da, Berlin’de, sosyalist/komünist şahsiyetlerin adlarının kalması-değiştirilmesi etrafında çok münakaşa edildi. 1994’te bir komisyon, şöyle bir ilke koydu: cumhuriyeti yıkmak veya totaliter bir yönetim için aktif biçimde çalışmış olanların adları silinecek, diğerleri kalacaktı. Komünist politikacı ve yazar Clara Zetkin’in adı kaldırıldı mesela. Marx, Engels, kaldılar. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg da kaldılar; belki, “totaliter bir yönetim” için çalışamadan cumhuriyet tarafından öldürülmüş oldukları için.
Biz bunu Türkiye’de gayet iyi biliyoruz. İçişleri Bakanlığı’nın 1985’te yayımladığı Mülkî İdare Bölümleri raporu, memleketteki 44.609 köyün 12.422’sinin adının değiştirildiğini gösterir. Toplamda, %27.8. Mardin’de oran %92’ye çıkıyor. Söylemeye gerek yok, bu ad değiştirme politikası, bir Türkleştirme harekâtıdır. Ad değiştirme oranı mesela Rize’de de %90 civarındadır fakat yine söylemeye gerek yok, ad değiştirme seferberliğinin esas hedefi Kürt illeridir. (Köylere inmeden, ilçe ölçeğinde değişen adlar listesi, buyurun: link)
Andığımız yerleri kimisi Kürtçe adıyla bilir, kimisi –daha çoğu– Türkçe adıyla. Ama buraları asıl, enkaz-kentler olarak, katliam beldeleri olarak biliyoruz artık. İktidardakilerin beş vakit lanet ettikleri Esad/Esed’in Hama’sını bildiğimiz gibi.