Naiflik Hakkında
Aksu Bora

Annem öldüğünde, yasımı paylaşan çok kişi oldu. Annemi sevenler, beni sevenler, annesini kaybetmiş olup bu yası benimkiyle birleştirenler… Herhalde aradan biraz zaman geçince bütün bunlardan bana ne kaldığını anlayabileceğim. Ama bir mesaj var ki, aldığımdan beri bana ne yaptığını anlamaya çalışıyorum. “Beni anımsar mısınız bilmem” diye başlıyordu. Sanki unutabilirmişim! Çok ağır bir hak ihlalinin, uzayıp duran, bir kerede olup bitmeyen bir ihlalin mağduruydu. Öyle ki, acıyı acı olarak yaşaması bile mümkün olmamıştı. Ancak öfke. Haklı öfke. Baştan ayağa öfkeden ibaret bu kadının öfkesiyle nasıl baş edeceğimi, acısına nasıl el uzatabileceğimi hiç bilemedim. Onun bitip tükenmeyen acısı, bana dert oldu. Tabii ki onu anımsıyordum!

Sonra o, öfkesinin içinden benim acıma el uzattı. 

Önceki karşılaşmalarımız, farklı taraflara mensup olduğumuz, politik toplantılarda olmuştu. Herkesin birbirinin yerini bildiği, bu yerlerden konuştuğu, uzlaşmaya ve birbirini anlamaya çalıştığı toplantılar. Kelimelerin bir yapbozun parçaları gibi, birbirini tamamladığı, başka yere değil, tam o boşluğa konması gerektiği karşılaşmalar.

Kelimeler zaten böyle şeylerdir, doğru. Bir yandan da, onlardan başka şeyler de yapabiliriz. Acıyı paylaşabiliriz mesela. Onu daha büyük, daha soyut, daha genel başka bir şeye dönüştürmeden, o olarak.  

Katliam, vicdan, suçluluk, utanç… kelimeleriyle dolu yazılar okuyorum, daha da okuyacağım belli ki. Her seferinde bir daha yapmamaya karar verip her seferinde kendimi alamadığım bir işe dönüştü bu. Güne bunlarla başlayıp bunlarla bitirmek. Üstelik bunun bana ne yaptığını düşünmeyi de ayıp bulduğum için…

Bana ne yaptığını sonraya bırakıp bize ne yaptığını konuşmak daha kolay: O kelimeleri yazana, okuyana, hakkında yazıldıklarına… Ne yapar?

Muhayyel bir kamuoyuna dert anlatmaya çalışan metinler, yeni değil. Epeydir politikanın önemli bir hattı, bu metinlerin yazılması, tartışılması, bunlar üzerinde pazarlık edilmesi, imzaya açılması ve dağıtılmasından oluşuyor. Diplomatlara taş çıkaracak bir yetkinliğe ulaşmış olabiliriz kelimelerin nüanslarını fark etmek konusunda. İşler sertleştikçe duygu yükü ağırlaşan metinler. Sanki onları dünyaya fırlatarak hafifleyebileceğiz, normalleşebileceğiz, sanki ancak böyle yaparsak sesimizi duyurabileceğiz. Sesimizi duyurmak. Kimin duymasını istiyoruz acaba? Yanımızdakilerin mi, karşımızdakilerin mi, hakkında konuştuklarımızın mı? Yoksa “kamuoyu”nun mu? Hakikati haykırarak kamuoyunu bilgilendirmek, duyarlı kılmak ve harekete geçirmek mi istiyoruz? Bu duygu yüklü metinlere maruz kalarak aydınlanma yaşayacak birilerini mi hayal ediyoruz “kamuoyu” diye?

Ben, böyle metinler yazarken, böyle metinleri müzakere ederken, galiba en çok o kadını düşünüyorum. En azından onunla ilgili olanlarla uğraşırken. Genellikle de “saçmalama”, “ee?” “hah, sana kaldı sanki bunu söylemek” diyeceğini bekliyorum. Bir gün “beni anlamışsın” dese, sanki dünya benim olacak. Ama işte, soru bilmediğim yerden geldi, bana dedi ki “acınızı anlıyorum”. Bunu yapbozun neresine koyacağımı kestiremedim. Orada bu kelimelere ayrılmış bir yer yoktu. 

Ama bu kelimelerin dünyada bir yeri vardı. Önemli bir yer. Vazgeçilemeyecek kadar kurucu bir yer. Benim ona söyleyemediğim, onun bana hediye ettiği bu kelimeler, dünyanın hakikatiyle ilgiliydi, bizim yapbozunkiyle değil.

Şu yapbozu kaldırmak gerek belki de. Kelimelerin hangi işe yaradıkları hakkındaki bilgimizi de. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü sırada yaptığı şeyin ne kadar naif göründüğünden söz ediyordu biri (güzel yazı: link). Galiba naiflik öyle bir şey, bildiklerini bir kenara koyma cesaretiyle ilgili. Etrafını saran duman gibi o bilgiyi dağıtarak eşyaya kendi gözlerinle bakmakla, kendi parmaklarınla dokunmakla. Naifliğin çocuklara yakıştırılması bundan olmalı. Tahir Elçi bilmez miydi politika nedir, insan hayatı nedir, katliam nedir, suikast nedir. Tutup Dört Ayaklı Minare’ye yapılanın bir suikast olduğunu söyledi. Dünyanın hakikatinden söz etti. Hakikatle bu sağlam bağıydı galiba onu hedef haline getiren. 

Savaş, politika imkânının yok edilmesidir. “Cenazemizi naylonla ve soğuk suyla muhafaza ediyoruz”un üstüne ne söylenebilir ki? O cenazeleri kaldırmak, o çocukları yatıştırmak, evi harap olmuş o yaşlı adamla ağlamak… Bunları yapabilirsek, yapabildiğimizde, belki yeniden politikadan bahsedebiliriz.

Ben şimdi yine birtakım metinlerle uğraşıyorum. Küçük, kısa, ama yazması çok zor metinler. Biraz tutuk, biraz kaygılı… Tanıdığım insanlara mektup yazıyorum. Hapishanedeler, adres bulmak çok zor olmuyor o yüzden. Politik sebeplerle, “terörist” diye alındılar, ne kadar kalacaklar, yargılama ne zaman başlayacak belli değil. Bana verilmiş “acınızı anlıyorum” hediyesini onlara aktarıyorum. Başka ne yapabileceğimi bilmiyorum.