Deja Vu
Ömer Laçiner
Söylemeye dilim varmıyor ama; galiba “Kürt sorunu”muzu, kendi içimizde, yüreklerimizi ferahlatacak bir biçimde çözme imkânımız kalmadı artık. Şu son dört beş ay içinde herhalde bini bulmuş ağır insan kayıplarını bile geri plana iten, abluka altındaki kent ve kasabalarda sürüp giden muharebelerin, enkaza dönüşmüş yüzlerce binanın, keskin nişancı kurşunlarıyla ölen yaşlı, kadın ve çocukların, günlerdir gömülemeyen cenazelerin toplum olarak bilinç ve vicdanımızda açtığı ağır yara, bu umuda ölümcül bir darbe demektir çünkü.

 

Bu noktaya gelişin başlıca iki aktöründen biri olan PKK, “özerkliğin elde var bir” olması kaydıyla diyalog-müzakere yolunun hâlâ açık, mümkün olduğunu söylerken; herhalde AKP hükümeti, T.C. devletinin öyle bir önkoşulu “asla” kabul etmeyeceğini bilerek konuşuyor. AKP hükümeti ve bizzat Bay Recep Tayyip Erdoğan, gelinen noktada Kürt sorununu artık bir iç sorun olarak görmediklerini, dolayısıyla, müzakere diye bir şeyin sözkonusu olamayacağını gayet kesin ifadelerle ilan ettiler. Onlara göre; PKK üzerinden “Kürt sorunu”, artık İran ve Rusya işbirliği ile Türkiye’ye karşı kurulmuş bir komplo, bir bölme/parçalama girişimidir. Bir “dış tehdit”tir özetle. Dolayısıyla da öznesi bu ülkenin yurttaşları olan bir “iç sorun”la değil, o yurttaşları kullanan bir dış düşmanlar koalisyonunun yarattığı bir “dış sorun”la/düşmanlıkla karşı karşıya olunduğu söyleniyor. Bu durumda PKK’nın desteklenmesi veya onun desteklediği herhangi bir eyleme katılmak, “vatana ihanet”le damgalanması gereken bir edimdir. PKK’ya ve onun paralelindeki her tür faaliyete “düşman”a ve “hainler”e karşı davranış kuralları –yani kuralsızlığı– geçerlidir artık. Halen sürmekte olan “operasyonlar”da daha öncekilerde görmediğimiz türden gaddarlıkların “normal”leşmesi de herhalde bu yüzden. 

Ocak ayının ilk haftasında okurun eline geçeceğini sandığım aylık Birikim’de, bu noktaya geliş/getirilişin Osmanlı son döneminin “iç sorun”larını “halletme” süreçlerinin tümünde nihai –son– “aşama” olduğunu özellikle belirttim. “Dış sorun”laştırılan o esasen iç sorunlar bu “aşama”ya getirildikten sonra; ya Ermeniler ve Rumlarla –genelde tüm gayri Müslim halklarla– olduğu gibi –hafif deyimle– “etnik temizlik”le; ya da Arnavut ve Araplarla olduğu gibi “kopuş”la, topraklarıyla birlikte “devlet”i terketmeleri ile sonuçlanmıştır.

O yazıda bunun temel sebebinin Sünni-Türk kimliğin “yapı”sı olduğunu belirttim. Bu kimlik “yapı”sı devletin(in) egemen olduğu alanda “üstün”lüğüne tekabül eden imtiyazlarla donanmış bir “millet-i hâkime” konumunda olmayı ve bunu sürdürebilmeyi olmazsa olmaz sayar. Aynı topraklarda yaşadığı diğer etnik, dinî, mezhebî topluluklarla “eşit”, eşit haklara sahip olmayı içine sindiremeyen, böyle bir durumun olması halinde “çökeceğini”, “yok olacağını” farzeden arkaik –bir anlamda hastalıklı– bir “güç takıntısı” ile belirlenmiştir, maluldür.

Denilebilir ki; günümüzün eşitliği, eşit haklar temelinde bir arada yaşama ilkesini en fazla içselleştirmiş toplumlarda bile kendini en azından “eşitler arasında birinci” addeden, bu konumunu korumaya özen gösteren bir “etnisite” mutlaka vardır. Bunlar da konumlarının hafif de olsa sarsıldığı, “altta” olanların pozitif ayrımcılık talep ettiği hallerde dahi tepki verirler. Dolayısıyla Osmanlı’dan bu yana daralarak gelip, yakın döneme kadar laik Sünni Türklerden, AKP iktidarı ile birlikte dindar/muhafazakâr Sünni Türklükten ibaret hale gelen bu ülke millet-i hâkimesinin gösterdiği reaksiyon sıradışı bir olgu değildir.

Sıradışı değildir ama bu reaksiyonun en temel insani haklar, en meşru talepler karşısında bile belirivermesi “istisnai”dir. İkinci istisna, sözkonusu toplumlarda herhangi bir topluluğun eşit haklara ve gayet meşru taleplere ilişkin bir sorunu olduğunda egemen, fiili “imtiyaz” sahibi kesim(ler)in önemli bir kısmı, bazan çoğunluğu bile, o sorunun hakça çözümü yönünde açık tavır alabiliyorken; bizdeki millet-i hâkime(ler) neredeyse blok olarak karşı tavır almakta, sorunu reddeden veya oyalayan “yönetim”i arkalamaktadır. Bizde millet-i hâkimenin başkalarının hakkı için kılını kıpırdatması enderdir. “Kendine Müslüman” deyimi boşuna revaçta değildir bu kültürde.

Bu genel tutuma rağmen; Kürtler –ve diğer Müslüman (Sünni) etnisiteler sözkonusu olduğunda– “etle tırnak gibi olmak”tan, “bin yıllık kardeşlikte”ten bahsedip, şimdi o Kürtlerin kentleri top-tank ateşine tutulur, bebekleri katledilirken millet-i hâkime medyasının başını öte yana çevirebilmesi, riyakârlıktan da öte değil midir?

Korkarız ki bu bile daha başlangıç. Daha iki yıl öncesine kadar, Kürtlerin başta ana dilde eğitim olmak üzere çeşitli temel hak sorunları olduğunu kabul eder bir tavır gösterirken; bunların çözümü konusunda oyalamaktan başka bir şey yapmadığı halde, “birdenbire” “Kürt sorunu diye bir sorunumuz yoktur” moduna geçen ve şimdi de bu sorun adına siyasal mücadele yürütenleri “dış güçler” hesabına çalışmakla itham etme çizgisinde mevzilenen millet-i hâkime muktedirleri, kent kuşatmaları ve kent muharebelerini daha ilk adımda göze almışlarsa; çok daha fazlasını da hesaba dâhil etmiş olmalıdırlar.

Keşke 2016 yılı bana “yanılmışım” dedirtse... Yanılmışım demeyi hiç bu kadar yürekten istemedim kesinlikle.