Hem Başkanlık Hem Özerklik: Uzlaşı Mümkün mü?
Cuma Çiçek

7 Haziran sonrası maruz kaldığımız fırtına bana sıklıkla Hamit Bozarslan’ın geçtiğimiz Kasım ayında İstanbul’da gerçekleşen bir konferansta Suriye iç savaşıyla ilgili sarf ettiği sözleri hatırlatıyor. Bozarslan, mealen, şöyle demişti: 2011 yılında Esad rejimi 300-400 sivili öldürdüğünde hepimiz büyük bir şok yaşamıştık ve bir siyasi yönetimin bu kadar sivili bir anda nasıl öldürebileceğini sormuştuk. Ancak gelinen aşamada dört yıl içinde yerle bir olmuş bir Suriye’yle karşı karşıyayız. 

Son beş ayda yaşadıklarımız çoktan Suriye yoluna girdiğimizi gösteriyor. İnsanlar kent merkezlerinde tankla, topla, roketlerle süren savaşın ne zaman biteceğini bıkıp usanmadan sorarken, tarafların açıklamaları ve eylemleri daha da kötü günlerin bizi beklediğini gösteriyor. Bir tarafta Rojava’daki Halk Savunma Birlikleri’ne (Yekineyên Parastina Gel – YPG) çok benzer şekilde Sivil Savunma Birlikleri (Yekineyên Parastina Sivîl – YPS) Nusaybin, Cizre, Şırnak, Silopi, Amed ve Sur’da art arda ilan ediliyor. Öte tarafta, bir ayı aşan abluka rejimleriyle yetinmeyen devlet “terörle mücadele mastır planı” hazırlıkları yapıyor.   

Bu yolun sonunda kimse için ışık görünmediği Suriye deneyiminden belli. Felaketin en çok vurduğu kesim her zaman olduğu gibi arkasında bırakacaklarından ötürü “intihar etme lüksü” bile olmayan Kürt yoksulları. Sokağı dinlediğinizde PKK’nin ya da HDP/DBP’nin bu olan bitenden siyaseten pek bir şey elde edemediği, aksine sokağın güvenini dikkate değer ölçüde kaybettiği çok açık. 1 Kasım seçimlerinde 12 ilde oyların en az yarısını almış, bunlar içinde 11 ilde en yakın rakibine yaklaşık %20 fark atarak sosyo-politik hegemonyasını konsolide etmiş bir HDP varken, bugün hendek ve barikatlar etrafında üç-beş il ve ilçeye sıkışmış sınırlı düzeyde bir sosyo-politik mobilizasyon söz konusu. 

Tabii bu durum, AK Parti’nin ya da devletin sokağın güvenini kazandığı anlamına hiç gelmiyor. Aksine, sokak çoktan devletleşmiş AK Parti’den artık hiçbir şey beklemiyor. AK Parti’ye gönül vermiş, seçimlerde defalarca oyunu ondan yana kullanmış insanlar bile büyük bir şok içerisinde. Büyük bir umut bağladıkları AK Parti artık kent merkezlerinde ancak bir savaş durumunda görülecek tank ve topları kullanmaktan çekinmeyen, içinde bebeklerin, yaşlıların olduğu yüzlerce sivilin ölümüne neden olan askeri/polisiye operasyonlarla Kürt meselesini çözmeye çalışan bir devleti ifade ediyor. 

Zira, hatırlatmakta fayda var: Öldürüldüğü iddia edilen üç binden fazla “teröristin” kardeşlerinin, anne ve babalarının, hala, teyze, dayı ve amcaların arasında binlerce AK Partili de var. Geniş ailesi içinde dağ-zindan-sürgün-mezar üzerinden Kürt meselesine değmiş ferdi olmayan tek bir AK Partili Kürt yok. Devletin gücünün göstergesi olarak ifade edilen “ölü teröristler” -bu ortam içinde politik olarak sosyalleşen çocukları ve gençleri bir yana bıraksak bile- unutulmasın ki Diyarbakır’da, Mardin’de, Şırnak’ta, Van’da, tüm Kürt ocaklarında bir yası ifade ediyor ve bu yas iç siyasi sınırları çoktan aşmış durumda.

Sokağın taraflardan beklediği adım barış ve kardeşlik değil. Beklenen, Kürt meselesine siyasi bir çözüm. Zira, herkes barış ve kardeşlik ihtimalinin cenazesinin çoktan kalktığını biliyor. Çocuklarının cenazelerini kaldırmamak için, insanlar hâlâ bir siyasi çözüm beklentisi ve arayışı içinde.   

Bu noktada, temel soru şu: Bu felaket yolundan nasıl çıkacağız? Kanaatimce bu konuda asıl mesele AK Parti ile anaakım Kürt hareketinin Türkiye’ye ve bölgeye dair uzlaşabilir bir siyasal vizyon oluşturabilme kapasiteleri. Daha net bir ifadeyle tarafların karşı tarafın siyasal vizyonunu dikkate alma ve kendi siyasal vizyonunu revize edebilme becerisi. 

Göründüğü kadarıyla her iki aktörün de bir rejim değişikliği talebi var. AK Parti bu değişikliği başkanlık sistemi etrafında dile getiriyor. Öte yanda, HDP/DBP’nin temsil ettiği anaakım Kürt hareketi ise özerklik/özyönetim talebinde bulunuyor. 

Temel mesele bu iki vizyonun ne kadar uyuşabileceği. AK Parti başkanlık sistemi modelini “tek adamlaşma”, “otoriterleşme”, “denge ve denetleme mekanizmalarının ortadan kalkması” gibi kaygıları gidererek, Kürtlerin özyönetim/özerklik taleplerini yerel ya da bölgesel ölçekte kapsamlı bir adem-i merkezileşmeyi içerecek şekilde revize edebilir mi?

Öte yanda, anaakım Kürt hareketi çok-ölçekli ve çok-aktörlü denge ve denetleme mekanizmalarına dayalı, demokratik normları gözeten bir başkanlık sistemini, kapsamlı bir yerel ya da bölgesel adem-i merkezileşmeyi içermesi durumunda kabul edebilir mi?

Bu noktada, belki Öcalan’ın konuşması bir anlam kazanabilir. Zira, barış/çözüm sürecinin iki mimarından biri olan Öcalan’ın bu gidişat hakkında ne düşündüğünü bilmiyoruz. Kamuoyunun önemli bir kesimi hâlâ Öcalan’ın devreye girmesiyle barış masasına yeniden dönülebileceğine inanıyor. Belki böylesi bir siyasi uzlaşma çerçevesinde Öcalan tekrar devreye girebilir.   

Yukarıda özetlemeye çalıştığım bir siyasal uzlaşı, Türkiye demokrasisi açısından belki bazıları için ideal bir tablo sunmayabilir. HDP ve ittifak kurduğu siyasal güçler içerisinde ciddi itirazlara da neden olabilir. Ancak, Kürt meselesinin geldiği nokta, aşılan eşikler topyekûn yıkım ve kayıptan önce son çıkışa varmak üzere olduğumuzu gösteriyor. Uzlaşı için bir yol bulmak zorundayız.