İhbar Celbi
Tanıl Bora

On yıllardır işittiğimiz kalıptır: “Bir ihbarı değerlendiren emniyet güçleri…” bir baskın vermiş, birilerini yakalamıştır. Anlamını onla tüketemeyiz ama bir fırsatçılık tınısı da yok mudur bu sözde? “Değerlendirmek”, fırsattan istifade etmeyi, punduna getirmeyi çağrıştırır. İhbar almak, punduna getirmek demektir bu anlamıyla. Fırsatını bulmak, fırsat yaratmaktır.

 İhbar ‘gelmesi’, pasif bir hal gibi görünür. Sorumlu bir vatandaşın tanık olduğu bir gayrı nizamí veya olağan dışı hali yetkililere haber vermesi gibi ‘kendiliğinden’ bir durum. Öylesi de vardır, kuşkusuz. Zaten ihbarın düz anlamı bu: haber vermek. Beri yandan gazetecilikteki “haber yapmak” fiilindeki gibi, polis-adliyede de bir ihbar imal süreci işler. İhbarlar kâh teşvik edilerek kâh bizzat örgütlenerek üretilir. Bu tatbikatta ihbarın anlamı, haber almanın pasifliğinden uzaklaşır, istihbarat işindeki aktif haber toplama faaliyetine yaklaşır. Baskı altına alınmak istenenlere atılan pusu olur, ihbar. Durumdan vazife çıkartmaya amade gönüllülere (bazen bunlar da görevli muhbir olabilir) ihbar celbi gönderilir, onlar ihbarlarını yaparlar, ki işlem başlasın.

İhbar kültürü, baskıyı, zulmü, korkuyu toplumun kılcal damarlarına yaymada tarihsel bir rol oynadı. Engizisyon, bunun ‘yüksek’ bir örneği. Kilise, kampanya dönemlerinde dindar ahaliyi ihbar vazifesine çağırırdı; kimse kardeşlerini, anne babasını, çocuğunu da esirgemeden ‘gördüğünü çalmalı’ idi. İhbar celbine, bazen aforoz tehdidi, bazen bir miktar günah bağışlama vaadi eşlik ediyordu. Herkesin birbirini ve kendi zihnini gözetim altında tutmasının etkili bir yoluydu bu. Kuşkusuz, insanı insanın kurduna çeviren, her nevi tabiî hukuku her mahremiyeti çiğneyen rezil bir yol.

Boşuna “İhbarlar, birer sansar,” denmemiş (Attila İlhan’dan okuduk, Ahmet Kaya’dan dinledik); ihbar kültürü, vicdanı, ahlâkı, insaniyeti kemirir.

***

Nazi rejiminde meşhur Gestapo’nun (açılımı: Gizli Devlet Polisi’dir – Geheime Staatspolizei) icraatında ihbarların bilinenin ötesinde bir rol oynadığı, son dönemde yapılan çalışmalarla ortaya çıktı. Gestapo’nun sıkı bir takibat sistemi kurmuş olduğuna şüphe yok, fakat ihbarlarla sulanmadan o muazzam devlet terörü aygıtı serpilemezdi. Tarihçiler Carsten Dams ve Michel Stolle’nin 2008’de yayımlanan Gestapo araştırmaları, ihbarı örgütlemenin, bu aygıtın işleyişinde olmazsa olmaz bir işlev gördüğünü gösteriyor. İçki sofrasında Führer hakkında bir fıkra anlatan arkadaşlarını, yabancı radyoları dinlediklerini işittikleri komşularını, davranışlarında tuhaflık gördükleri meslektaşlarını polise haber veren muhbir vatandaşlar, bu uğursuz değirmene sürekli su taşıyorlardı. Siyasî Polis’in şefi Heydrich, talimatlarında sistematik olarak “milletin dikkatini topyekûn seferber etme” çağrısında bulunmuştur. İhbar, sadece vazifeli muhbir ağıyla örgütlenmiyor, “sivil toplumun” gönüllü katkısı hararetle teşvik ediliyordu. Elbette, icbar eder bir teşviktir bu. Bir başka tarihçi, Bernward Dörner, Gestapo’nun örgütsel varlığının ve devlet yetkililerinin çağrılarının oluşturduğu bir “yapısal ihbar icabından” söz eder. Sıradan vatandaşlar, kâh korkudan, kâh normalleştiği, rutinleştiği için, sıradan vatandaşın mükellefiyetlerinden birine dönüşen ihbarcılığı canla başla yerine getirmişlerdir. (Çok şükür, hepsi değil. Ama epey bir kısmı…) İhbarcılık, makbul vatandaş sayılmanın bir icabına, millî cemaatin bir parçası olmanın adeta ritüeline dönüşmüştür.

***

12 Mart rejiminin “sayın muhbir vatandaş” kalıbı hiç unutulmamıştır. Oradaki “sayın” sıfatı, ihbarcılığın özendirmenin remzidir. 12 Mart’ın karakterine uygun, soğuk ve resmiyetçi bir remiz. Ekin Kadir Selçuk’un Birikim Güncel’de çıkan yazısında söylediği gibi (link), bugün ihbarcılık, resmiyetin gücünü “sivil” bir güçle entegre ederek özendiriliyor, yüreklendiriliyor. Teşvik ne kelime, coşturuluyor. 

Üniversiteler, epeydir, topyekûn ihbar seferberliğinin esas tatbikat sahasıdır. Akademisyenlerin barış bildirisine yönelen hücum, bu ihbar kampanyasının üzerine, “üniversitelere girme” harekâtının bir ileri safhası gibi geldi. İhbarların bir kısmı, cebinde ihbar celbiyle gezen vazifelilerce yapılıyordur, fakat Türkiye’nin birçok üniversitesinde hocalar hakkında ihbarlar, talebelerce de yağdırılıyor. Ankara SBF öğretim üyesi Barış Ünlü’nün sınavda sorduğu soruyu, yani muhakeme etsin diye önüne konan bir metni, “suç” diye ihbar eden, bir talebeydi. Barış Ünlü şimdi yargılanıyor, duruşması 3 Şubat’ta. Amasya’da bir öğretim üyesinin insan hakları bahsi anlatırken talebesi tarafından ders sırasında ihbar edilerek amfi çıkışında gözaltına alınması, “muhteşem”dir – Heydrich’in kıskanacağı gibi, özel harpçilerin 6/7 Eylül’lerine dedikleri gibi muhteşem (link).

Başta nefret suçu ve linççiliğin meslekî yayın organı hüviyetindeki Yeni Akit olmak üzere, medya da bu ihbarların başvuru makamıdır. Öğretim üyelerinin, derste anlattıklarına cürüm atfeden “talebelerin” medyaya saldığı ihbarlarla alenen tehdit edilmesi de usulden oldu. Yine Ankara SBF’den Alev Özkazanç “eşcinsel grupları destekliyor” diye, Faruk Alpkaya Darwin anlatıyor diye birtakım “talebelerin” ihbarına uğradı ve açıkça hedef gösterildi (link).

***
Üniversite ortamındaki ihbar seferberliği, sadece güncel yaygınlığından ötürü değil, ihbarcılık zehrinin en beter etkilerinden birini taşımasıyla da vahim. Birincisi, söylemeye gerek yok, düşünce ve ifade özgürlüğünü, onun görece korunaklı olduğu varsayılan bir sahasında boğduğu, düşüncenin bir su toplama havzasını zehirlediği için. İkincisi, –yazının başında değinmiştim–, mahremiyet ihlâlinin zelil bir örneği olduğu için. Ders, ne kadar deforme olsa da, hâlâ bir yüz yüze ilişkidir, kendi mahremiyeti olan bir ilişkidir; bu mahremiyeti tanımamak, ihbarcı talebe için de, o ihbarı “değerlendiren” makam için de, ahlâk düşkünlüğüdür. Talebe kelimesini kullanıyorum. Kökü, malûm, “talip”tendir. Bilgiye talip olan, anlamındadır. Muhbirleşen talebe, artık başka bir şeyin taliplisi olmuş demektir. 

Gerçi bir kısım talebe, daha da fazlasına, linç güruhu olmaya talip olabileceğini gösteriyor. Barış bildirisini imzalayan akademisyenlere yapılan baskının dehşet verici yanlarından biri, öğrencilerin sosyal medyada, dahası kapı çarpılayarak yürüttükleri linç kampanyaları. 

Bütün bir “milletle” beraber bilhassa talebeye ihbar celbi dağıtanların layığı, mümeyyiz vasfı linççilik, tek liyakati muhbirlik olan bir toplum olur – ama işte ona toplum denmiyor.