Şeffaf Otokrat Devrindeyiz
Ahmet İnsel

Çok partili yaşama geçildiğinden beri Türkiye’de demokrasi biraz az, biraz fazla ama hep yaralı bereli oldu. Güçler ayrılığı bazen az, bazen çok ihlal edildi. Temel hak ve özgürlükler, hiçbir zaman sağlam bir güvenceye dayanmadı, genellikle rastlantısal ya da konjonktüre yakından bağlı biçimde uygulandı. Askeri darbe dönemlerinde açıkça askıya alındı. Ama askeri cunta yönetimleri dışında, demokrasiyi yaralı bereli kılan bütün bu ihlallerin açık seçik, göstere göstere yapılmamasına da özen gösterildi. Yapılan işin biçimsel olarak yasalara uygun görünmesine önem atfedildi. Devlet yönetiminin üst katlarında bu biçimsel görüntüye önem verilmesinin nedeni, yürürlükteki anayasa ve yasalara uyumlu görünme kaygısıydı. Biraz da Türkiye’de tarihî kökleri o kadar zayıf olmayan, yönetici elitlerde var olan asgari bir demokrasi kültürünün tezahürüydü. Bu nedenle bugüne kadar, en azından seçilmiş yöneticiler, bu hukuk ihlallerini kendilerine verilmiş bir hakkın kullanımı olarak savunmadılar. Ne de bu ihlalleri yapmayı bir marifet olarak görüp, göstere göstere yapmak yetmiyormuş gibi, bunda hikmet aramaya kalktılar. 

Şimdi şeffaf otokrasi devrindeyiz. Anayasada yazılı olan kurallar ve demokratik ilkeler devletin en üst makamı tarafından açık biçimde, neredeyse göstere göstere çiğneniyor. Ve bu bir marifetmiş gibi yandaşları tarafından heyecanla alkışlanıyor. Bu zümrede biriken kinin irini akıyor bu alkışlar vesilesiyle. Kendi niteliklerinin müptezelliğinin bilincinde olan bir zümrenin, hasetle karışık kini bu. Koşullar normale dönerse haksız biçimde elde ettiklerini kaybedecek olma endişesinin beslediği kin ve öfkenin, doymak bilmez bir öç alma arzusu olarak sunulduğu bir alkış dalgası eşlik ediyor çiğnenen anayasa kurallarına, hukuk devleti ilkelerine.

Cumhurbaşkanı’nın büyükelçileri toplayıp, onlara direktifler vermesi anayasanın kendisine tanıdığı bir yetki olarak değerlendirilebilir. Ama cumhurbaşkanı böyle bir toplantıda dış politika ile alakası olmayan konularda konuştuğunda, örneğin üniversite öğretim üyelerinin o gün yayımladıkları bir bildiri konusunda esip gürlediğinde, bununla ilgili yargıya direktif verdiğinde yetkisini aşıyor. Ve bunu kamuya kapalı bir konuşmada, üzeri örtülü ifadelerle değil, televizyon kanallarının hemen hepsi konuşmasını canlı yayınlarken, üzerine basa basa yapıyor. Kendine yasaların vermediği bir yetkiyi kullanmayı ona tanınmış bir hak olarak tanımlayıp, herkesin gözü önünde ve göstere göstere bunu yapıyor.

Bir cumhurbaşkanının ülkenin muhtarlarını toplayıp, onlara konuşma bahanesini haftalık meclis grup konuşması eksiğini telafi etmek için kullanmasına bir yasal kılıf bulunur. Ardından kaymakamları toplayıp, onların doğrudan siyasal sorumluluk sahibi üstü olan İçişleri Bakanı’nın yetki alanına el atması da çift başlı hükümet modeli içine ite kaka sokuldu diyelim. Ama cumhurbaşkanı burada durmuyor. O hem hükümetin, hem iktidar partisinin başı olmalı. Şimdi son icadı, meclis komisyonlarının AKP’li üyelerini toplamak! Bu toplantılarda yaptığı konuşmaları televizyonlardan canlı yayınlatmak ve kendisi meclis grup başkanı veya parti genel başkanı imiş gibi, iktidar partisi milletvekillerine açık, net ve detaylı siyasal direktifler vermek!

Bunu yaparken, artık işi kılıfına uydurma imkânı olmadığı için olsa gerek, artık fiilen yarı-başkanlık yetkilerini kullandığını ilan ediyor ve bu yetkileri milletin oyuyla seçilmenin kendisine verdiğini iddia ettiği haklara dayandırıyor. Anayasal rejimlerde, hukuk devletlerinde siyasal yöneticilerin, yöneticilik görevini ifa ederken hakları değil yetkileri vardır. Bunların kapsamı anayasa, yasalar, yönetmelikler, yönergelerde tarif edilir. Hukuk devletinde hiçbir kamu yöneticisi icraatlerini ona verilen haklara dayanarak yaptığını ifade edemez. İcraat alanı ve biçimi yasaların ve mevzuatın tanıdığı yetkilerle sınırlıdır. “Bunu yapmaya yetkim var” demekle, “bunu yapmaya hakkım var” demek arasında, hukuk devleti olmak ve olmamak arasındaki fark yatar.

Cumhurbaşkanı, muhtar ve kaymakam toplantılarıyla, yakında belki valileri, ardından kamu kurumları yöneticilerini, sonra rektörleri, vs... toplayıp onlara direktifler vererek, Şef’in doğrudan yönetimi modelini fiilen uygulamaya koyuyor. Bunun yanında anayasada halen son derece açık biçimde öngörülen tarafsızlık ilkesini göstere göstere çiğneyerek, meclis komisyonlarının sadece AKP’li milletvekili olan üyelerini topluyor. Aslında anayasayı bir değil, iki defa göstere göstere çiğniyor. Meclis komisyonları üyeleri, iktidar partisinden olsalar da, yasama alanının aktörleridir ve bunlarla cumhurbaşkanı arasında organik bir ilişki kurulması, fiilen güçler birliği ilkesinin yürürlükte olduğuna işaret eder. Bugün başkanlık rejimi ülküsünün, Tek Adam ve Tek Parti dönemine öykündüğünün işaretleri çoğalıyor. Başbakanlık artık mostralık işlevi görüyor.

Venezuela’da Hugo Chavez’in yıllarca, bitmek bilmeyen “Alo Presidente” televizyon yayınlarıyla ülkeyi doğrudan yönetmesi gibi, Türkiye’de de Cumhurbaşkanı her gün bir toplantı vesilesiyle çıktığı televizyondan yürütmeyi, yasamayı ve yargıyı fiilen yönetiyor. Artık anayasal ilkelerin, hukuk devleti kurallarının tanıdığı ve sınırlarını çizdiği yetkilerle yönetilen bir ülke değiliz. Seçilmiş olmanın muzafferin kılıç hakkı gibi yorumlandığı bir güç rejimindeyiz. Ama hakkını verelim, anayasayı ihlal, hukuk devleti ilkelerini çiğneme konusunda açık ve net olan, şeffaf bir güç rejimi bu.