Post-Türkiye
Arzu Yılmaz

Demek ki, Türkiye’nin kaderinde “Model ülke” olacağım iddiasıyla ortaya çıkıp, sonunda, en hafif deyimiyle, dünya aleme madara olmak da varmış…

Bunu da unuturuz.

Zira bir zamanlar da “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne” uzanmayı hayal ediyorduk…

Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş iddiası “Muasır Medeniyetler seviyesine çıkmak” değil miydi?

Neredeyse bir yüzyıl süren bu maceranın geldiği nokta malum:

Geçmişinin yükü ağır, geleceğinin istikameti belirsiz,

İki cami arasında kalmış beynamaza döndü Türkiye… 

Davutoğlu’nun Başbakanlık ve AKP Genel Başkanlık görevlerinden ayrılışını, sıradan bir parti içi iktidar mücadelesinin tezahürü olarak okumak eksik olur.

İçinden geçtiğimiz sürece daha geniş bir perspektiften bakıldığında, Türkiye tarihinde önemli bir kırılma yaşandığı muhakkak. 

Türkiye gerçeğiyle bağı zayıf ve özellikle Davutoğlu’nun ellerinde aldığı biçimiyle, sorun çözmekten çok sorun yaratma potansiyeli yüksek “Model Ülke” iddiası, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını planlayan son projeydi. 

Bugün Türkiye’nin önünde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel ihtirasını tatmin etmekten öte hiçbir getirisi olmayan/öngörülmeyen, Başkanlık rejiminin “inşaatı” dışında bir gelecek projesi yok.

Post-Türkiye’de “Erdoğan=AKP=Türkiye”!

Nihayetinde mevcut denklem bir faniye endekslendiğine göre, Türkiye için bir gelecek projesine zaten gerek yok da denilebilir… 

Aslına bakarsanız yalnızca Türkiye değil, Ortadoğu coğrafyası tümüyle bir gelecek projesinden yoksun.

Batı’nın Ortadoğu’ya görece bir istikamet çizme çabalarının miladı sayılan Sykes-Picot’nun yüzüncü yılına birkaç gün kala, ortaya çıkan tablo en özet ifadesiyle kaos.

Üstelik bu kaosa bir son verme iddiasında bulunan bir irade ya da güç de yok. 

Sözkonusu irade ve gücün Ortadoğu’nun toplumsal dinamiklerinden türeyeceğini ummak yersiz. Zira Arap Baharı henüz tecrübe edildi ve konsolide olduğu haliyle geride bıraktığı tek iz IŞİD.

Batı ise çoktan bu işten vazgeçmiş görünüyor.

Avrupa’nın eli Ortadoğu’ya yeniden uzanamayacak kadar zayıf ve korkak. Zaten uzun süredir kendisiyle meşgul; entelektüel ve politik birikiminin en önemli yatırımı Avrupa Birliği can çekişiyor.

Neredeyse bir asırdır birlikte yaşadığı Müslüman azınlığı bile hazmedemeyen Avrupa’nın, Ortadoğu’yla ilgili tek politikası kapılarını sıkı sıkıya kapatmak.

ABD’de süren seçim kampanyalarını değerlendiren analizler ise Demokrat ya da Cumhuriyetçi, ABD Başkanlık adaylarının Ortadoğu’yu kendi haline bırakmakta buluştuğuna işaret ediyor. Yani, Obama sonrasında da ABD’nin politikasında bir değişiklik beklenmiyor.

Obama’nın başkanlığı süresince ABD’nin benimsediği “yıkıcı müdahale” yerine “Kollamacı askeri /kolaylaştırıcı diplomatik” rol ise bir başka madara hikayesi.

Bu yeni rolün Suriye bağlamındaki sonucu malum: Esad rejimi ömrüne ömür kattı.

En son Irak’ta yaşanan Parlamento krizi de deyim yerindeyse evlere şenlik bir fiyaskonun son örneğiydi.

Her şeyden önce Irak’ın toprak bütünlüğünün uzun zamandır yalnızca bir retorikten ibaret olduğunu ve bu haliyle sadece bir Ortadoğu politikası yokluğunu kamuflaj işlevi gördüğünü kaydetmek gerekiyor.   

Fakat bu bile artık zor. Üstelik tam da bu retoriğe en fazla yatırım yapan ABD yüzünden: 2003 sonrası Bağdat’ın yönetimini Şiiler’e ihale eden ABD, bu ihalenin kaçınılmaz bir sonucu olarak İran’ın Irak üzerindeki kontrolünün artmasına seyirci kaldı. IŞİD’in 2014 saldırıları ise İran’ın sözkonusu kontrolünü derinleştirmesine fırsat verdiği gibi siyasi bir meşruiyet de kazandırdı. Bu durum zamanla hem Amerika’nın dostu Iraklı Kürtler hem de Amerika’nın düşmanı Iraklı Sünniler için bir tehdit haline geldi. Ancak, ABD bu süreçte P5+1 ülkelerinin İran’ın nükleer silahsızlanması konusunda yürüttüğü görüşmeleri Başkan Obama’nın hanesine yazılacak bir başarı hikayesine dönüştürmekle meşguldü. 

ABD’yi İran’a karşı harekete geçiren gelişme ise Rusya’nın Suriye’ye girmesi oldu. Rusya eşzamanlı bir hamleyle Bağdat’ta İran’ın dahil olduğu ortak bir istihbarat merkezi kurduğunu ilan edince, ABD Irak’ı da kaptırmama telaşına düştü. Önce İran’ın içerden müdahaleleriyle çökme noktasına gelen Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne ve hemen ardından da yine İran baskısı nedeniyle yalnızca sembolik bir temsil değeri taşıyan Bağdat’taki Abadi hükümetine el attı. Abadi hükümeti özellikle Musul ölçeğinde Kürtler ve Sünnilerle kurulan işbirliği çerçevesinde yeniden formatlandı. Ama bu yeni format işe yaramadı. Çünkü bir yandan hükümete muhalefet eden Iraklı Şii lider Sadr bir yandan Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı görevinden azledilmiş olmasına rağmen İran desteğiyle siyasi etkisini koruyan eski Başbakan Maliki, Abadi hükümetini çalıştırmadı. 

Abadi’nin tüm bu baskıları bertaraf etmek için ABD desteğiyle oluşturduğu ve teknokratlardan oluşan yeni kabine listesi ise onay alamadığı gibi, geçtiğimiz hafta Sadr yanlısı Şiiler Parlamento binasını bastı. Baskın sırasında kalabalık “İran dışarı” diye bağırıyordu, ama İran öyle Irak’tan kolay kolay çıkacak gibi görünmüyor. Zira Arabic 21’in geçtiği habere göre baskının hemen ertesinde Şii lider Sadr Tahran’a çağrıldı ve İran’ın gölge Irak Valisi gibi çalışan Devrim Muhafızları Komutan Kasım Süleymani Sadr’a aynen şunları söyledi: “Ya köpeklerini çekersin ya da ben köpeklerimi yollarım”… Nihayetinde, Parlamento baskını sona erdi. Ama öyle görünüyor ki, Irak’ın toprak bütünlüğünün görece tek taşıyıcı toplumsal tabanı Şiiler de artık ikiye bölündü. Bu bölünmeden Abadi’yi güçlendireceğini ve dolayısıyla ABD’nin İran’a karşı henüz maçı almasa da bir oyun kazandığını iddia edenler var. Hatta daha da ileri gidip Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın son Bağdat ziyaretinin hemen ertesi günü bu Parlamento baskının yaşanmasını bir ABD senaryosu olarak okuyanlar da çıkıyor…

Bu fotoğraf aslında Ortadoğu’da olup bitenler hakkında Türkiye’ye de dokunan başka bir şey söylüyor. Ortadoğu’da hiçbir ülkenin bir gelecek projesi yok. Gelecek, Ortadoğu’da yaşayan bir insan için yalnızca kendi hayatından ibaret. Ve hayatı tüketilen bir zaman dilimi olarak görenler kalıyor, öyle görmeyip bir değer biçenler ise ya ölümü göze alıp mülteci oluyor ya da bombayı bedenine sarıp kendini patlatıyor.

Bir gelecek projesinden yoksun post-Türkiye’yi bundan fazlası beklemiyor.