Gerçeğin “Dışı” Neresidir?
Aksu Bora


Bu fotoğrafa bir başlık koymam gerekseydi, “evimiz” derdim. Basitçe. Ne diyecektim yani, “sanal ev” mi? Siber uzay lafını ilk kullananlar da bilgisayarcı falan değilmiş ki, iki mimar/sanatçıymış zaten [1]. İstemişler ki insanlar yaşadıkları mekânları kafalarına göre düzenleyebilsinler, bozabilsinler, ekleyebilsinler. Biri, “tıpkı kovanını inşa eden arı gibi” diyor. Bu çocukların yaptığı gibi.

Oyun, gerçekle muhayyelin sınırlarını belirsizleştirir. Dünyanın değişebilir, yeniden kurulabilir, bozulabilir bir yer olduğunu hatırlatır. Gerçekliğin de. Plan yapmaya benzemez. Önce hayal et, hedef belirle, oraya nasıl gideceğine karar ver… gibi bir şey değildir. Başlarsın, oynarken kurarsın, oyun süresince değiştirirsin, yıkarsın, yeniden kurarsın. Gerçeklikle muhayyelin sınırlarının belirsizleşmesi, başka sınırlara da sıçrar: nesneler canlanır, köpekler konuşur, mukavva kutular uzay araçlarına dönüşür, kuma çizdiğimiz evlerde yaşayabiliriz, ağaç kovuklarında hazineler bulabiliriz… Bunun “sanmak” olmadığını bir zamanlar çocuk olmuş herkes bilir. Bu imkândır. Dünyanın imkânı, mukavva kutunun, köpeğin, senin imkânın, arkadaşının, arkadaşlığının… Bunları yoklarsın, dürtersin, denersin. Öyle bir şeydir. 

Gerçeklik ile “sanal” [2] olan arasındaki sınırların belirsizleşmesini eğlenceli, güzel, özgürleştirici bir oyun değil de ürkütücü bir tahakküm gibi algılamaya ne zaman geçtik? 

Gerçeklik harika bir şeymiş de sınırlarının iyice berkitilmesi gerekirmiş gibi?

Sınırlar kapatılmayla değil de korumayla ilgili şeylermiş gibi?

Matrix, bize “sanal” ile “gerçek” arasındaki sınırların ne kadar önemli, nasıl da vazgeçilmez olduğunu anlatıyordu. 1990’larda çevrilen bütün o “meğer hepsi imgelerden, halüsinasyondan ibaretmiş; meğer hiçbiri gerçek değilmiş” filmlerinin muhtemelen en güçlüsüydü. Bizi halüsinasyonlar içinde yaşatan, böylece manüpile eden bir “makine”, bir “şirket”, bir “mimar” vardı. Özgürlük sandığımız şey aslında büyük bir kapatılmaydı. “Dışarısı” mümkün olmasına mümkündü ama…

İnsanların akıllı makineleri yaratarak kendilerinden vazgeçtikleri, yarattıkları makinelerin köleleri haline geldikleri, kabul etmek gerekir ki bayağı korkutucu bir fikir. Asimov’un robot kurallarının [3] ihlal edilmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz sonuçta? Hele makinelerin köleleri haline geldiğimizi doğrulayacak onlarca işaret varken: Akıllı telefonlar, inanılmaz bir hıza erişen internet, bütün o virtüel gerçeklik zımbırtıları… Ne de olsa robotlar mukavva kutulardan farklı olarak, akıllılar. Bu, işin rengini değiştiriyor. Malum, bir nesne akıllıysa, ona artık özne de diyebiliriz. Boşuna “düşünüyorum, öyleyse varım” dememişti adam.

Çekilmez cinsiyetçiliğine rağmen, David Cronenberg’ün 1975 gibi erken bir tarihte yaptığı Shivers filmi, sınır aşımının o kadar da korkutucu olmayabileceğini düşündürmesi bakımından, ilginçtir mesela. Olaylara “virüsler açısından” bakmak ve insanı dönüşebilir, dönüşse iyi olur bir varlık olarak tahayyül etmek, bu dönüşümün pekala viral enfeksiyon yoluyla olabileceğini sezdirmek. Yahut EXistenZ’deki gibi, omuriliğimizden oyun konsollarına bağlandığımız bir dünyayı “makinelerin kölelerine dönüşme” problemine sıkıştırmamak. Sınır ihlallerinin fena şeyler olmayabileceğini hatırlamak. Sadece insanlar arasındaki sınırların değil, gerçek ve “sanal” arasındaki başta olmak üzere, bütün sınırların. 

Ya da oyunun dünyaya yayılmasının ne müthiş bir şey olabileceğini hayal etmek.

Durmadan sınırlardan, sızmalardan, virüslerden, bulaşmalardan söz ederken, insanlara virüslermiş gibi muamele ederken, olaylara virüsler açısından bakmayı denemek.

İnsanlarla virüsler arasındaki sınırları ince ince yazılmış virüs koruma programlarıyla korumaya çalışırken, yeni virüslere yeni programlar, yeni programlara yeni virüsler geliştirirken… İnsanla insan olmayanı ayıran aklın delice oyunlar oynayabildiğini itiraf etmek.

Donna Haraway o nefis Cyborg Manifestosu'nu şöyle bitirmişti: “İkisi sarmal bir dansla birbirine bağlanmışsa da, siborg olmayı tanrıça olmaya yeğlerim.” [4]


[1] Susanne Ussing ve Carsten Hoff.

[2] Virtuel’in “sanal” diye çevrilmesi hakkında da düşünebiliriz: Sanmak nasıl bir şeydir? Aldanmakla mı ilişkilidir, imkânla mı?

[3] Isaac Asimov’un bir kısa hikayesinde belirlediği üç kural: 1. Bir robot hiçbir şekilde insanoğluna zarar veremez veya pasif kalarak zarar görmesine izin veremez. 2. Bir robot, birinci kuralla çelişmediği sürece, kendisine insanlar tarafından verilen komutlara itaat etmek zorundadır. 3. Bir robot, birinci ve ikinci kurallarla çelişmediği sürece, kendi varlığını korumak zorundadır. Sonradan bu üçüne bir de sıfırıncı kural eklendi ve robotların sadece insanoğluna değil, insanlığa da zarar veremeyecekleri teminat altına alındı!

[4] Başka Yer (2009), Metis Yayınları. Güçsal Pusar’ın mükemmel çevirisiyle.