Liselerden Geleceğimize
Ömer Laçiner

AKP’nin devleti tamamen kendi denetimi altına alma aşamasını başlattığı tarihten (Erdoğan’ın deyişiyle “ustalık dönemi”ne geçişten), 2011 seçimlerinden bu yana, üniversitelerden ilkokullara kadar tüm eğitim-öğretim düzeninde dile getirilen tepkilerin, bu iktidar tarafından yürürlüğe konulan “dindar-muhafazakâr nesiller yetiştirmek” amacı/stratejisi ile doğrudan bağlantılı olarak yorumlanması normaldir. Bu bakımdan kamuoyunda büyük yankı yaratan “liselilerin isyanı”nın da öncelikle bu çerçeve içinde ele alınması ve anlamlandırılması şüphesiz yanlış değildir.

Ama yeterli ve ufuk açıcı mıdır?

Bu soruyu “normal” açıklama ile yetinmememize işaret eden bazı gayet anlamlı olgudan dolayı sormamız gerektiğini düşünüyorum.

Birinci olgu, “liselilerin isyanı”nın, bu ülkenin en yüksek sınav puanlarıyla girilebilen liselerinden başlayıp, yine aynı kategoriye giren liselerin çoğuna yayılması ve çok daha fazlası tarafından da desteklenmesidir. Bu ise “isyan”ın Türkiye’nin lise çağındaki en yetenekli, üst nitelikli ve donanımlı gençlerinin bir hamlesi olduğu anlamına gelir.

İkinci olgu, bu liselerin ve bu kategorideki öğrencilerin AKP iktidarı tarafından bir buçuk yıl önce yürürlüğe konulan “proje okulları” adlı bir planın konusu olmaları. Müdür ve öğretmenlerin doğrudan Milli Eğitim Bakanı tarafından atanması gibi gayet özel bir uygulamanın yapılacağı bu okullarda sözkonusu atamaların hangi kriterlerle yapılacağı kesinlikle belirtilmemiştir ama görevden alınan ve yerlerine atananların kimliğine bakıldığında amaç apaçık ortaya çıkmaktadır. AKP iktidarı öğrenci ve öğrenim kalitesi bakımından ülke ortalaması (vasatisi)nin çok üzerindeki bu okulları dindar muhafazakârlığın kalıpları içine sıkıştırmak istemektedir.

Vurgulanması gereken en önemli nokta; bu yapılırken o okul ve öğrencilerinin zihni nitelik ve donanım düzeyinin çok ciddi ölçüde gerileyeceği ve düşeceği gerçeğinin kaale alınmaması; hatta amacın bizatihi bu olmasıdır. AKP “projesi”nin tüm toplumu birinci dereceden ilgilendiren en vahim boyutu budur. Sözkonusu liseler ve öğrencileri, kendilerinin bu ayırt edici özellikleri hedef alındığı, tahrip edilmek istendiği –doğru– sezgisiyle “isyan etmiş”lerdir. Eğer bu harekete –az sayıda da olsa– bazı Anadolu İmam Hatip Liseleri de katılabilmiş ise –ortak– neden budur. Yine “vasat”ın üzerinde puanlarla girilen bu okulların öğrencileri de, dindarlıklarından ziyade yetenek ve donanımlarını geliştirerek kendilerine üst düzey zihni niteliklerle tarif edilebilecek bir varoluş ve gelecek tasarlayacak özgüvene sahip oldukları için “isyancı”lar arasına katılmışlardır.

Şu nokta bilhassa dikkate alınmalıdır: Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman herhangi bir dinin dindarlığını empoze etmeye dayalı okullara ne zihni yetenek ve donanımlarına güvenen ve geliştirmek isteyen öğrenci ve öğretmenler rağbet etmiştir; ne de o okulların böylesi bilimsel bir amacı olmuştur. Bu noktayı özellikle günümüz ve geleceğimiz açısından vurgulamak gerekir. Çünkü yaratıcı –bilimsel– emeğin gitgide daha da belirleyici olduğu “sanayi ötesi çağ”ın içine doğru hızla ilerlediğimiz bu dönemde, gençlerimizin geliştirilmesi mutlak bir zorunluluk olarak algılamaları gereken şey, işte bu yaratıcı bilimsel kapasitedir. Bireyler ve toplumlar için aydınlık bir gelecek ve varoluş tarzı, ancak ve sadece bu kapasitenin geliştirilmesi/zenginleştirilmesi ile mümkündür.

İstisnasız tüm dindarlıklar ve muhafazakâr tutumlar, bu –zihni– kapasite geliştirilmesinin, yaratıcı bilimselliğin kökeninde olan bilimsel şüphecilikle, sorgulayıcı eleştirel yaklaşım ile temelden “sorunlu”durlar. Çünkü zihniyet yapıları, kendilerince “ilahi”, dolayısıyla kutsal ve değişmez dogmalar üzerine kuruludur. O nedenle bilimsel şüphecilik ve eleştiriyi “kaldıramaz”lar. Ama buna rağmen kimi dinler ve dindarlıklar, son iki-üç yüzyıldan beri bilimlerin ve onların içindeki yaratıcılık faktörünün gelişmesinin önlenemezliği ve vazgeçilmezliğini kabullenerek kendilerini geriye –ahlâk ve moral boyuta– çekme basiretini göstermişlerdir.

Ne yazık ki “İslâm’ın alanı”nda benzer bir süreç yaşanamamıştır ve yakın gelecekte bunun olabileceğine dair güçlü emareler de gözükmemektedir. Ve hatta tam aksine bir eğilimin güçlendiği dahi söylenebilir. El Kaide, IŞİD, Boko Haram gibi oluşumlardan kanıt göstermeye bile gerek yok. Çünkü AKP iktidarının şu son dört beş yıllık “ustalık dönemi”nin belirgin vaka ve özellikleri dahi yeterli kanıt derecesindedir.

Son birkaç yıldır AKP’nin toplumu dindar muhafazakârlaştırma, daha doğrusu –Sünni– dindar muhafazakârlığın sayısal avantajını tam bir siyasal-toplumsal hegemonyaya, otoriter bir rejime tahvil etme stratejisinin bir özelliğine dikkat çekmeye çalışıyorum. Bu özellik, AKP iktidarının o stratejiyi “vasat”ı, hatta “vasat altı”nı belirleyici, emredici statüye yerleştirerek; sadece zihni yetenek ve donanım bazında değil, ahlâki-moral düzeyde de “nitelikli” oluşa karşı neredeyse düşmanca bir tutum izleyerek uygulamasıdır. Dürüstlüğü, bilgi ve bilgelik düzeyinin yüksekliği herkesçe kabul edilen Müslüman kişiliklerin AKP ve Erdoğan’ın çevresinden hızla uzaklaşmaları ve uzaklaştırılmalarının başlıca nedenlerinden biri de budur. Kendi milliyetçi muhafazakâr, dindar ve merkez sağ karışımı dünyasından bile ilmi ve ahlâki nitelikliliği “vasat/vasat altı”na “biat”e zorlayan, aksi halde dışlayan bu tutum ve uygulamanın; kendi dünyası dışında saydığı ve Osmanlı-İslâmi gelenek uyarınca “zımmi” statüsüne itmeye çalıştığı alanlardaki üstün “nitelikliliğe” karşı kesif düşmanlığının sayısız örneğini zaten yaşadık ve yaşıyoruz.

Zihni ve ahlâki vasatilik/vasat altılık bütün dinî muhafazakâr akım ve iktidarların asli beslenme ve köklenme alanıdır. Ancak, bunun bilincinde olan “normal” dinî muhafazakâr hareket ve iktidarlar, görünüşte dahi olsa üstün ilmi ve ahlâki niteliklerin “bünyesinde” değerli bir yerinin olduğu izlenimini vermeye bilhassa özen gösterirler. Bay Erdoğan ve partisinin diline doladığı “yeni”lik, “Yeni Türkiye” gibi söylemlerin örtüştüğü gerçeklik de tam bu noktadadır. Bay Erdoğan ve partisi vasatiye, vasat altına biat etmeyen nitelikliliğe değer atfetmeyi reddetmeyi, biat etmiş vasat ve vasat altının nitelikliliğe hükmetme ve hatta onu aşağılamasını esas alan bir “yenilik”in vücut bulmuş halidirler.

Bay Erdoğan ve partisi ülkenin yüksek nitelik gerektiren meslek mensuplarına, onların kayıtlı olduğu kurum ve kuruluşlara ve yetiştikleri yüksek kaliteli eğitim-öğrenim kurumlarına karşı tipik bir “vasatiliğin reisi” olarak yürüttüğü genel seferberliği ve onun için kullandığı düşmanlaştırıcı, aşağılayıcı dili Türkiye muhafazakârlığının argümanlarıyla sarıp sarmalıyor. Bu tutumun en işlevsel amacı, yöneltilecek tepkilerin de o örtüye yönelik olmasını sağlamaktır. Böylece seslendiği ve etrafında kenetlenmesini istediği kitleye “vaktiyle sizi anca aşağılamış olanlar konuşuyor işte” deme imkânını buluyor ve tepe tepe kullanıyor, etkili de oluyor çünkü.

Bay Erdoğan ve partisinin şimdiye kadar tıkır tıkır işlettikleri bu çarkın kırılması, bu ülkenin, tek tek tüm mensuplarının ve toplumun geleceği adına mutlak bir zorunluluk ve görevdir. “Liselilerin isyanı” bunun için bir kıvılcım olabilme değerindedir.

Çünkü bu olay Bay Erdoğan ve iktidarının sözkonusu kullanışlı örtüsüne takılmadan, onu aralayarak, bu topluma en derindeki ve geleceği açısından en hayati sorun(lar)ını yepyeni bir dille anlatabilme imkânı vermektedir. Bay Erdoğan ve partisinin zihniyet, strateji ve projelerinin odağında yer alan zihni ve ahlâki nitelik düşmanlığını teşhir edecek bu dil, aynı zamanda bu Bay ve iktidarının kullanageldiği en etkin kozu ona karşı en etkin argümana da “dönüştürebilir”. Cumhuriyetçi, Atatürkçü “seçkin”lerin, bu ülkenin ortalama Müslümanlarını hor görmesinin yığınla örneğini hatırlatarak, bu hafıza üzerinden iktidarı ele geçirdikten sonra aynı kitleye vasat ve vasat altı olmanın –“milli ve yerli “etiketiyle– asıl üstünlük gerekçesi olduğu fikrini her vesileyle empoze etmeye uğraşan bu iktidarın, asıl bunu yaparak, onları nasıl hor görülmeye kalıcı olarak mahkûm etmeye kalkıştığını anlatabilir bu yeni dil.

Bunu, başta yapma ve yaratma niteliği olmak üzere insanın ayırt edici özeliklerini gerçekleştirme ve geliştirmesinin önüne sınırsız imkânlar ve ufuk açan, hâlen içinde yaşadığımız bilimsel devrimlerin anlam ve mahiyetini kavrayabildiği ölçüde yapabilir ama. Çünkü sözkonusu devrim ve imkânlarının her şeyden önce “ezelden beri” toplum ve insana dair düşünüşün tüm farklı biçimlerinin temelinde olan nitelik hiyerarşisine dayalı toplum fikrini kökten sarstığını dikkate alacaktır. Her insanın onu insan yapan asli niteliklerini geliştirebilmesini, bu genel zenginleşme sürecinin varlığında artık hiç kimsenin seçkinlik iddiasına dayalı bir imtiyazının olamayacağı gerçek eşitlik toplumunu artık görünür ufkumuza yerleştirebileceğimizi ilan eden bir dilin çağrısı olacaktır dolayısıyla.

Bu çağrıya şimdilik öğrenci ve öğretim düzeyi üst düzey nitelikte olan liseler kulak veriyor olabilir. Ama bu, mevcut toplum ve eğitim düzeninin başta o kahrolası test pratikleri, eleme mantığı olmak üzere tamamı bozuk çarkları içinde daha çocukluk çağını bile bitiremeden vasat/vasat altı niteliklerle var olmaya mahkûm olduğu/edildiği algısıyla düz liselere, imam hatip okullarına doluşturulan gencecik insanlarımızın da bu çağının onlara açtığı ufka asla kayıtsız kalmayacaklarını umabiliriz ve ummalıyız da.