İmtiyazlı Döşek
Polat S. Alpman

Türkiye’deki İslâmi kamuoyunun kendi gündeminde olmayan meselelerle karşılaşma, değerlendirme biçimi genellikle muhafazakârlığa yaslanmak ve geçiştirmeye ayarlıdır. Muhafazakârlık sıklıkla en konforlu ve arızasız döşek olduğu için oraya yaslanmak ve oradan konuşmak her türden belayı misliyle defeder. Bu konfor belaları defedemezse bile, ortaya çıkan meseleyi hakiki bağlamından sökmek ve böylece kendisine sorulmayan sorunun cevabını vermek gibi bir avantaj kazandırır. Bunun doğal sonucu kimin ve neyin mutemet, kimin ve neyin muhannet olduğunu belirleyen pürüzsüz ve yalın cümlelerdir. Dile oturduğunda sahibine bir ağırlık, bir cesamet kazandırır. Artık her ne iyi varsa onun uhdesinde, her ne kötü varsa ondan olmayanlardadır.

Kadınların ne yaparlarsa tam olacak, ne zaman bütün hale gelecek, hangi vakit kadınlığından emin olunacak hususunda kendinden emin bir sese sahip olanlar ile namaz kılmayan fanilerin canlılar aleminde hangi kategoriye denk düştüğüne kafa yoran allameler ya da Ramazan’da oruç tutanlar adına tutmayanlara külhanilik edenler ile Onur Yürüyüşü yapmaya niyet edenleri katledeceğini söyleyenler bu muhafazakâr konfor sayesinde bu kadar rahat ve pervasız cümleler kurma, hatta nefret etme imtiyazına sahip olabilmektedir.

Nefret Arapça bir kelime ve kökeninde (nafara) kargaşa, panik, ürkmek, ürkerek kaçmak, kaçınmak var, korkarak kaçmak değil de kaçınmak, uzak durmak. Nefret genellikle bir duygu olarak tanımlanır. Oysa nefret duygu düzeyinde kalıp ifade ve eylem olarak dışarı çıkmadığı sürece hakkını vermiş olmaz. Çünkü nefret etmek, nefret edebilecek imkanlara sahip olmak bir imtiyaz meselesidir. Bu nedenle belli bir performans gerektirir. Nefret eden ettiğini belli etmediği sürece nefretinden emin olunamaz. Kinlenebilir, kıskanabilir, gıpta edebilir, garez duyabilir ve bunları kimseye göstermeden bir ömür yaşayabilir. Eğer bunlar dile geliyorsa orada nefret kendini gösterir ve bunları dile getirmek, dile getirdiğinde başına bir şey gelmeyeceğinden emin olabilmek bir imtiyaz meselesidir. 

Evrensel değerler bahsinde sıklıkla gündeme gelen Amerika ve özellikle Avrupa’daki memleketlerinin önemli bir kısmında nefretin suç olarak yasalara işlenmesinin sebeplerinden biri de bu olsa gerek. Mademki nefret birilerinin birilerine karşı imtiyazlı halinin, dolayısıyla sosyal eşitsizliğin göstereni olan bir edimdir, öyleyse onu yasalar yoluyla denetim ve kontrol altına almak gerekir. En azından toplumsal barışı, huzuru kamusal alanda tesis etme arayışının bir çabası olarak nefretin suç olarak ifade edilmesi elzemdir. 

Garez için böyle bir yasal düzenleme henüz icat edilmedi, edilmesi de çok mümkün değil. Çünkü garez, tanımı gereği, gizlidir, kendi göstermez, dışarıya kapalı olarak yaşanır. Garez bağlanır, kem bakılır, yüze karşı hoş söylenir, ardından ya da gönülden ta’n edilir ama yine de nefret değildir. Çünkü kişiye mahsus bir haldir ve kişinin iç dünyasında kurulur ya da çözülür. Gelgelelim nefret, bunu ifade edebilecek araçlara, imkanlara, aygıtlara sahip olmakla icra edilebilen bir performanstır. Bu yüzden nefret gizlenmez, gizleniyorsa ona nefret denmez.

Türkiye’de her geçen gün nefretin bir performans olarak sergilendiği ve birilerinin bu performanslar sayesinde taltif edildiği sır değil. Özellikle İslâmi kamuoyunun önemli bir kısmı Yunus Emre, Mevlana C. Rumi, Hacı Bektaş gibi Anadolu erenlerinin erdiği yerlere şüpheyle bakadursun, dini motivasyonla kurulan ve evrensel iyilik vaaz eden değerlere karşı duyarsızlaşırken güçlü olmayı, ezebilmeyi, kıyıcılığı histeri içinde kucaklayan bir duygusal motivasyon artıyor. Popülist siyaset marifetiyle dindarlığın gündelik tezahürlerini bile yozlaştıran ağır bir değer erozyonu açığa çıkıyor.

Bunlar önemli ölçüde geçerli tespitler ancak bunları ifade etmenin kolaycılık olarak yorumlanabilecek bir tarafı var. Sanki bu olup bitenler Türkiye’de yaşayan gerçek insanlardan bağımsız gelişen hallermiş gibi konuşmanın ve bütün bunlardan sadece belli bir kesimi ya da siyaseti sorumlu tutmanın kolaycılığını kastediyorum. Elbette AK Partililer için ebedi şef olarak kabul edilen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet yetkilileri, yani yetki ve karar sahipleri, kelimenin tam anlamıyla sorumluluk sahibidir. Ancak bütün bunların vebalini tek başına ve yekûn olarak mevcut hükümete, son 15 yıllık sürece ya da halihazırdaki kültüre bağlamak nefret edenlerin, nefret etmekten sağladıkları imtiyazları göz ardı etmenin bir başka yolu haline geliyor.

Türkiye’deki İslâmi kamuoyu, gözlerinin önünde olup bitenlere razı geliyorsa, olup bitenden kendi hesabına bir pay sahibi olduğu için geliyor. Bu rızayı üreten basitçe kültürel hegemonya ya da karizmatik liderlik değil aynı zamanda kendi çıkarını bu olup bitenlerde görenlerdir. Eşitliğe, özgürlüğe ve adalete ya da en azından barışın, bir arada yaşamanın mümkün olduğuna inananların, imanlarını sahici bir tahkik üzerine bina etmek gibi derdi olanların neyi, nasıl gördüklerini açıklayabildikleri tutarlı ilkelere sahip olmaları elzemdir. Kendi çıkarlarını bu ilkelerin dışında görenlerin, olup biten fenalıklarda payı olmayan kişilerden sayılması ancak ironi olduğunda anlamlı olabilir. Bu mukaddesatçı, muhafazakâr olmayı bir değer olarak gören İslâmi kesim için geçerli olmaması için ikna edici bir gerekçe yok.

Bu nedenle nefret ettikleri şeyler ya da kimseler konusunda samimi performansa sahip olanlar nefretlerinden değil, performanslarının kendilerine bir fayda getireceğinden emin olan kişilerdir. Kendisi için haklar talep edenden, her şeye rağmen haysiyetini korumak isteyenden ya da kendisinden zayıf olandan, kendisine benzemeyenden nefret etmekten, o nefretin taşıyıcısı olmaktan utanmayacak kadar pervasızlaşanlar mevcut koşulları hakikat, nefretini ise kutsalın kendisi zannetmeye başlıyor. Velhasıl hal böyle olunca kadına bakarken porsiyon hesabı yapmayı ya da kendini bînamazlardan daha yüce bir varlık olarak sunmayı iman sahibi olmak; oruç tutmadığı için birilerine saldırmayı ya da “genel ahlaksız” olmanın onurunu yürüyerek göstermek isteyenleri öldürmekle tehdit etmeyi dindarlık hanesine yazmak birileri için mümkün hale geliyor. Kendi dünyevi çıkarlarını imtiyazlı bir nefrete serilerek müdafaa edenlerin, bu nefret sayesinde sahip oldukları konfordan razı olanların, bu rızalarından yana vebalinin olmaması, cezasızlığın rutinleşmesi nefret edilenleri daha da kimsesizleştiriyor.