“Popüler” ve “Popülist”
Murat Belge

Popülizmin son başarısı Britanya’da Avrupa Birliği referandumu oldu. Bu kampanya boyunca yalan dolandan geçilmedi ama bunların en parlak –ve en etkili– olanlarından biri, “haftada 350 milyon sterlin AB’ye veriyoruz” palavrası oldu. “Şu AB’den çıkarsak haftada 350 milyon cebimizde kalacak”! Bu paranın Sağlık Hizmeti’ne aktarılabileceği söylendi. Evet, Margaret Thatcher gelip mahvetmeden önce Britanya’nın iyi çalışan ve herkesi memnun eden bir sağlık servisi vardı. Ama 350 milyon masalını dinleyenler herhalde bunun azıcık da olsa bir kısmının kendi ceplerine gelebileceğini hayal ediyorlardı. Oysa asıl hayal olan böyle bir paranın varlığıydı.

Düpedüz yalandı, ama milyonlarca insan bu yalana inandı. Neden inandı? Çok mu iyi uydurulmuş bir yalandı? İnanılmaz bir inandırıcılığı mı vardı? Hayır, basit bir yalandı. Ama inandılar, çünkü inanmak istiyorlardı.

Burada bir kesim insan da Kabataş yalanına, üstüne işenen başı bağlı kadına ya da Dolmabahçe yalanına, camide bira içildiğine inandı. Sonra böyle şeyler olmadığı açıklandığı zaman da bu kesim inanmaya devam etti. Bugün de birileri size bunları olmuş şeyler olarak anlatabilir. Kasıtlı yalan uyduranlardan söz etmiyorum. Onlar başka bir kategori. İçtenlikle bunlara inanan “saf” insanlardan söz ediyorum.

Sahiden çok “saf” mı? Belki de değil. Galiba değil. Çünkü işin içinde “inanma ihtiyacı”da var. Emekli İngiliz işçi her hafta 350 milyonun Avrupa’ya gittiğine inanıyor, çünkü inanmak istiyor. Bir başka popülist de her hafta AB’den 350 milyon sterlin geldiğine dair bir masal kurgulayabilir. Ama bizim birinci emekli işçi bu masalın alıcısı olmaz. Çünkü o AB’nin kötü olduğuna kötülük getirdiğine inanmak istemektedir. Paranın gittiğine dair söylentiyi hemen alır, kabul eder. Geldiğini söyleyene rastlarsa bin tane soru sorar: nereden geliyormuş, nereye gidiyormuş, nasıl dağılıyormuş, neden beş kuruşu bize uğramıyormuş v.b?

Peki, ne yapacağız? Popülistler kazanıyor diye biz de “öyle yap”acaksak, sahiden masal mı uyduracağız, Avrupa’dan bize her hafta para gelecek diye?

Elbette ki hayır. İnsanları popülist yalanlardan olgulara ve doğrulara yönlendirecek dili bulacağız. Benim “popülizm”im bu kadar.

Daha önce de bir yerlerde yazmıştım: 1969’da İngiltere’ye gittiğimde Gramsci’nin adını duymuştum, başka da bir şey bilmiyordum hakkında (yani “teorik” katkıları hakkında). Üniversitenin kitapçı dükkânında İngilizce kitabını gördüm, hemen aldım. Yeni yeni İngilizce’ye çevriliyor, sözü ediliyordu. Kitabını fazla yakınlık kuramadan okudum, sonuna doğru bir yazıyı ise hiç anlamadım. Komünizmi benimsemiş halktan bir adam bir burjuva iktisat profesörüyle iktisat ve sömürü, artık-değer gibi konuları tartışmak zorunda kalıyor. Profesörde laf bol! Nasıl tartışacak onunla? Dinleyenler hangisini haklı bulacak v.b? Bana çok önemsiz göründü. Böyle bir durum hayatta kaç kere olur? Olsa ne olur? “Halktan adam”, işçi yada köylü, Komünist olmuşsa zaten sorun yok. “Bizim taraf”a geçmiş ya! Herhalde böyle şeyler düşündüm.

Gramsci, şimdi tekrarlamam gereksiz, örneğin bir seçim ortamı düşünüyor; sosyalizmin büyük bir ikna mücadelesi olduğunu düşünüyor v.b. Bunları anlamam biraz vakit aldı.

Buna ekleyeceğim bir kişisel anım var. Yetmişlerin sonuydu, bir sendika eğitimi için Adana ve Gaziantep’e gitmiştim. Antep’te (bir Türk-İş sendikasındayız) dediler ki 25-30 dinleyici gelecek; hepsi solcu değil; AP’li olanlar var, iki üç MHP’li bile var.

Böylesine hiç rastlamamıştım, biraz gerildi. Ertesi gün bir şeyler anlatırken bir yandan da merakla bakıyorum, bir “öfke”, “protesto” filan gösteren biri var mı (olmadı öyle biri). O arada bir adam dikkatimi çekti. O da hep dikkatle bana bakıyor. Ama bakışı kötü değil.

Neyse, eğitimler bitti, akşam oldu. Tabii kebapçıya gidildi, rakılar da söylendi. Sendikalar, seminere katılan işçilerden ikisini de davet etmişler ve bunlardan biri o dikkatimi çeken, uzun boylu, orta yaşlı adam.

Bir iki tokuşturmadan sonra, “Hoca”, dedi. “Ben daha dersin başında senin gözünün içine baktım, rakıcı olduğunu anladım. Ondan sonra zaten ne anlattığını hiç dinlemedim, hep gözünün içine baktım.”
Buyurun bakalım, en dikkatli öğrencim meğer ne dediğimi hiç dinlemiyormuş! Sosyalizmde buluşmaya çalışıyordum, meğer rakıda buluşmuşuz.

Evet, anı bu, hikâye bu. Peki, ne yapacağız bu adamı? Sosyalizm için mücadele edeceğinden hiç şüphem yok. Ediyordur da zaten. “Rind-meşrep” olduğu belli. Bu yapısıyla çevresinde birilerini sosyalizme ikna ediyordur da. Ama “işçi sınıfının ekonomik mücadelesi şöyledir, siyasi mücadelesi böyledir”... böyle laflardan hoşlanmıyor. “Akşam olsa da bir rakı içsek” diye geçiriyor içinden.

İnsanlar nelerden hareketle “şucu” ya da “bucu” olurlar? Bu, çok zaman aile ya da arkadaş kanalından yürür. Bazı öğretmenlerin payı olabilir. Çok rasyonel midir seçimler? Hayır, hiç değildir.

Beni “rakıcı”yım diye seven o işçi söylediğimin de doğru olduğuna mührünü basar. “Rasyonel” mi? Elbette değil. Ama “değil” diye ne yapacağız? “Arkadaş, rakı sevmek devrimci ayağa gitmez” diye diskur mu geçeceğiz? Nedir amacımız, “İyi Ahlâk Cemiyeti” mi kuruyoruz? Yoksa Felsefe Kulübü mü?

İnsanlar yaptıkları işin içinde bütün kişilikleriyle varolurlar. Rakı seveni, çapkınlık seveni, futbol seyretmeyi seveni, tavla oynamayı seveni... böyle gider. Onları tek bir özellikleriyle ya da tek bir kanaldan yakalamaya çalışmak yanlıştır. Sivil politika, bireyleri otomatlaştırmaz.

Altmışlarda, Türkiye’de sosyalizmin gençlik yıllarında, 141-142’nin kaldırılması sorununa çok önem verirdik – özellikle 142’nin. Bu bizim yaşlı kuşaktan öğrendiğimiz bir şeydi. Egemen sınıflar, işçi sınıfı ve ezilen halk kesimleri “sınıf gerçeği”ni öğrenmesin, bilmesin diye bu yasağı koymuştu. Yasaklar kalksa ve biz kitlelere “sınıf gerçeği”ni olduğu gibi anlatabilsek, bu iş bitmiş demekti!

Bizim 141-142. maddelerimizin benzeri olmayan ülkeler vardı – hem de kapitalizmin anayurdu. Oralarda sınıf gerçeği, mücadelesi, proletarya diktatörlüğü ve daha birçok şey anlatılabilmişti – ama devrim mevrim olmamıştı. İşin burasını pek düşünmüyorduk. Sonunda biz de anlattık, 141-142’nin kalkmasını beklemeden bizde de devrim falan olmadı.

Nihayet işçi sınıfına doğruyu anlatmanın coşkusu! Anlatılan “doğru” olduğuna göre, anlatması yeterli. Bir de bunu süsleyip püslememize gerek yok. Oysa öyle değil. Zamanlaması, “paketlemesi”, anlatılanın kendisi kadar önemli – daha önemli değilse.

Harun Karadeniz’in cevval bir zihni vardı. Okulda ders verir gibi “gerçekleri anlatma”nın iyi bir yöntem olmadığını deneyerek anlatmıştı. Başka türlü, canlı, vurucu yöntemler arıyordu. Örneğin bilinen bir türkü yakalamış:

Saray yolu düz gider.

Bir edalı kız gider.

Kız (ya da “yar”) yolunu şaşırmış,

İnşallah bize gider.

“Yahu,” diyor Harun, kız ‘saray’a gitmek için yola çıkmış. ‘Saray’a giden kız hiç bize gelir mi?” Ve oradan “sınıf”a gitmeye çalışıyordu. Onun bu yaklaşımında şakacı, hattâ “oyunbaz” bir şey vardı. “Saray”ı da bir kasabanın adı olarak değil, sahiden zenginlerin sarayı (henüz Erdoğan’ın sarayı yok) gibi yorumluyordu. “Ciddi” bir şey anlatmadığı belliydi, ama vardığı nokta ciddiydi, çarpıcıydı.

Harun’un ömrü çok kısa sürdü. Zaten Türkiye’de sosyalizm pratiği böyle şeyler denemedi. Benim bildiğim, hatırladığım bir “popülizm” örneği var ki o da olmasa daha iyi olurdu. Altıncı Filo gelmiş, bizimkiler halk arasında ajitasyon yapıyor. Neymiş? “Bu Amerikalı askerler genelevlere gidip Türk ....... ........!” Onun için, anlaşılan, geneleve varmadan yakalayıp denize dökmek gerekiyordu. Bunun beklenen sonucu verip vermediğini bilmiyorum ama bunu “tarihî” bir popülizm örneği olarak anabilirim. Ardından da, en olmaması gereken popülizm biçimi olduğunu ekleyerek.

Sağın popülistleri, “popülizm”i, insanların “en az övünülecek” özelliklerine hitap etmek olarak anlarlar. Yıllar önce Son Havadis gazetesi (AP taraftarı) bir televizyon reklamında “köşeyi dönmek” deyimini kamu önüne çıkarmıştı. “Haydi, haydi, köşeyi döndünüz,” filan diyordu adamın biri ekrandan; çirkin çirkin göz kırpıyordu.

Bu reklamdan bir örnek. Basında bu iş gırla gider. “Bulvar basını”nın temeli budur. Bu işlerin uzmanı olmuş adam, “Şimdiye kadar gıdıklanmamış hangi günah istekleri var insanların?” diye düşünür. “Hangi gizlediği kirli yerine hitap edebilirim?”

Siyasette de malûm. Siyasi eğitimi ve kültürü yetersiz bir toplumda demokrasi aynı kelime kökünden türeyen “demagoji”ye çok kolay dönebilir.

Çağın genel gidişinde bunu teşvik eden eğilimler var. İnsanların siyasete ilgileri ve siyaset hakkında bilgileri gitgide azalıyor. Birçok “demokrasi”de seçimlere katılım oranlarının düşüklüğü gerçekten endişe verici derecelerde. Bu, kısmen, bir güvenin sonucu. “Yönetenler ne yaptıklarını biliyorlardır” güveni. Sırtını görece sağlam yere dayamış toplumlarda öyle oluyor da. Ama, işte Britanya’daki referandum! Sorumsuz popülizmin işleyişi gözümüzün önünde. “Ülkelerini geri aldılar” böylece. Bakalım bu geri almak, gerçekte, ne anlama geliyor?

Benim zihnimde “sol bir popülizme gerek var mı?” ardından da “sol bir popülizm mümkün müdür?” sorularının şekillenmesinin sürecini kısaca özetleyeyim. Birincisi, Türkiye gibi bir toplumda, “seçim” kurumunun belirleyici bir yeri ve önemi olması. Şu anda Tayyip Erdoğan’ın hesaba kitaba gelmez istekleri ve politikalarıyla bir hayli çığırından çıkmış bir görünümü var. Ama burası, her darbede darbecilerin, “En kısa zamanda seçime gideceğiz” diye teminat verdiği bir toplum(du).

Gramsci’nin “siper savaşı” metaforuyla sınıflandırdığı toplumlarda seçim bu belirleyici rolü oynuyorsa, “ideoloji” fazlasıyla önem kazanır. Sosyalizm mücadelesi nihaî olarak insan zihinlerinin içinde verilen ve orada devam eden ve devam edecek olan bir mücadeledir. Üstelik bu yol düz, dönüşü olmayan bir yol da değildir. İttifaklar sürekli bozulup yeniden kurulur. Üstünde durduğumuz alanın kendisi dinamik ve değişkendir. Çünkü ideoloji hiçbir zaman durmaz: nesnesi olan şeyler o kadar değişken olmayabilir, ama o nesnelerin ideoloji içinde açıklaması habire değişebilir. Tabii ideolojinin de değişmezleri, daha doğrusu “zor değişirleri” vardır. Kısacası, kendine özgü kuralları olan, inanılmaz derecede karmaşık bir âlemdir ideoloji düzeyi (dünyada kaç insan varsa o kadar da özel ideoloji var).

Siyaseti bir sosyalist olarak düşünüyorum doğal olarak. Ucunda sosyalist bir toplum görünen bir süreç içinde siyaset yapmak olarak anlıyorum. Bu, önceden çizilmiş, belirlenmiş bir yoldan geçtikten sonra (diyelim, “üç vakit içinde) varılacak bir yer değil. Süresini bilmenin imkânı yok; kısmen şimdiden eriştiğimiz bölümleri de olabilir, daha uzun zaman erişemeyeceğimiz bölümleri de. Ayrıca, “yer” derken, bir “ev” gibi, “bina” gibi, yapılmış, bitmiş bir yerden de söz etmiyorum. Yol gibi o da her an değişken, oynak. Çünkü o aynı zamanda zihnimizde ve zihnimizdeki “sosyalizm” kavramı değiştikçe şüphesiz o da değişiyor. Bundan otuz yıl önce “sosyalist toplum” diye zihnimizde canlandırdığımız düzende (“bizim” demesek de olur, her yerde, herkesin zihninde) “kadın-erkek ilişkileri”ne nasıl bir yer veriyorduk, nasıl anlıyorduk?

Bir de “eşitsiz gelişme” var tabii. Aynı nesnel zaman diliminde yaşayan milyonlarca insan öznel olarak aynı zamanı yaşamıyor. Bir toplumda yaşanan sorunların, hem de bayağı yakıcı sorunların hepsi sosyalizmin çözeceği şeyler değil. Sosyalizmi sermaye ile emeğin arasındaki çelişkiyi emek lehine çözecek bir toplumsal sistem olarak kabul ediyorsak, bu toplumdaki Sünniler’in Aleviler’e bakışını, yaklaşımını emek ile sermaye arasında bir çelişki olarak görmek mümkün değil. Bayağı çok sayıda “vatandaş”ımızın sergilediği derin Kürt düşmanlığı da sermayenin bir işlevi ya da gereği değil. Şematize ederek söylersek bunlar kapitalizme varmadan çözülmesi gerekecek sorunlardı. Ama bunu söyleyince gene bir tür “teorisizm” yapmış oluyoruz. Sünni olan Müslümanlar’ın Alevi olanları “dinden sapmış” sayması bu toplumun tarihinin bir olgusu ve bu toplum şu 2016 yılına bu tarihle gelmiş. Başımızı çevirip çevreye bakındığımızda yalnız bizim değil, dünyadaki hemen hemen her toplumun ideal burjuva toplumunun normlarına ulaşmadığını görüyoruz. İşet Amerika’da “ırk” sorunu yeniden alevlendi. Sosyalist Çin’de ulusal sorun var. Yani, kısacası, her toplum tarih yolunda bagajında yığınla demokratik –çözülmemiş– sorun taşıyarak gidiyor.

Din gibi, etnisite gibi sorunlara değindim. Bunlar ön planda elbet. Ama genel eğitim konuları, yukarıda değindiğim kadın-erkek ilişkileri, daha bir yığın konu, sorun eşitsiz gelişme çerçevesinde.

Uzun lafın kısası, dünyanın bugünkü yapısında, geçmişten kalan bir yığın sorunla geleceğin kendini belli etmeye başlamış birçok sorununun bir arada, içiçe yaşandığını görüyoruz. Bu sorunların tanınması ve tartışılması, Mouffe ve Laclau’nun zamanında “popüler-demokratik” olarak niteledikleri bir söylem tarzı gerektiriyor. Bunu anlatmaya, örneklendirmeye çalışıyorum.

“Popülizm” yıllardan beri sağın elinde olan, oldukça etkili bir araç. Genel ideoloji içinde zaten varolduğu için, sağın bunu kendi istediği biçimde eğip bükmesi, daha teorik kavramıyla “eklemlemesi” kolay oluyor. Solun da buna karşı kendi eklemleme tarzını oluşturması çok önemli bir gereklilik.

Bunun ne demek olduğunu her yerden daha belirgin bir biçimde, son on beş, yirmi yıldır Türkiye’de görüyoruz.

“Popülizm” kavramı, “izm” ekiyle, demokratik cephede tepki uyandırıyor olabilir. Bu, haklı bir tepki. O halde, “popülist faşizan”a karşı, “popüler-demokratik” eklemlenme diyelim.

Zaman buldukça bu konuyu tartışmaya devam edeceğim.