Birlikte Nasıl Yaşayacağız?
Yüksel Taşkın

Birikim Haftalık okurlarına merhaba diyeceğim ilk yazımın olağan bir gündeme tesadüf etmemesi elbette şaşırtıcı değil. Olağanüstünün olağanlaştığı sıcak günler geçiriyoruz. Yine de başlamadan merhabamızı eksik etmeyelim.

İlk yazımı aslında “Türkiye’de hep devlet mi kazanır?” başlığıyla planlamıştım. Bu konunun ele alınış tarzına dair bazı itirazlarım olacaktı. 

Son darbe girişimi tüm hesapları bozdu elbette. Çok tuhaf ve yoğun günler yaşadık. Darbeyi olumsuzlayan sosyal medya paylaşımlarıma yapılan çok sayıda yorumu aktarmak bile meramımı anlatmaya yeterli olabilirdi. Bu yorumlar ve niceleri, bir defa daha “Birlikte nasıl yaşayacağız” sorusunu gündeme getirdi. 

Darbeyi olumsuzlayan paylaşımlarımı “saf, naif” bulanlar oldu. Darbe karşısındaki ilkesel ve ertelenmemesi gereken bir duruşu, “iktidarın ekmeğine yağ sürmek“ olarak görmek isteyenlerin, bu somut ve acil durum karşısında somut bir tutumları olamadığını gördüm.

Yanlış anlaşılmasın, “ötekilerinin” “seküler kesim” dediği insanlar, darbeyi desteklemediler. Darbeye karşı sokaklara inenlerden ürktüler sadece.

Bir de zor ama yüzleşmemiz gereken bir soru daha var: Darbenin Gülen’e yakın askerlerce planlandığı yönünde güçlü işaretler var. Böyle olunca darbeye karşı, CHP’den radikal sol çevrelere kadar yaygın bir alerjinin oluşması doğal.

Darbe emir komuta zinciri içinde ve daha Kemalist bir vurguyla yapılsaydı ne olurdu? Elbette spekülatif olacak ama, darbeciler ilk aşamada daha kararlı ve planlı hareket edebilselerdi, onların lehine sokağa dökülenler olacağını tahmin edebiliriz. “Ötekiler” de sokağa dökülürler miydi? Şaşıranlar olabilir ama bana dökülmeyebilirlerdi gibi geliyor. Toplum psikolojisi çok önemli. 

Yaşanılan darbede çok sayıda inansın sokağa inmesi, Erdoğan’ın CNN Türk’teki konuşmasından dolayı mı oldu? Onun da payı var elbette ama insanlar darbecilerin fazla kuvvetli veya organize olamadıkları hissine kapıldıktan sonra sokağa daha fazla akmış olabilirler. 

Darbecilerin TRT’de okuttukları bildiri, o kadar anakronik ve etkisiz bir görüntü yarattı ki, bir darbe parodisiyle karşı karşıya kaldığımız hissi anında uyanıverdi. Bu da kuvvetsizlik algısını güçlendirmiş olabilir?

Darbenin bir yüzünün oluşamaması da ilginç. TRT spikeri yerine “davudi sesli, iri yarı bir asker” daha kısa bir bildiriyi okusaydı farklı mı olurdu? Olabilirdi. Daha tanıdık gelirdi doğrusu.
Darbecilerin tank ve diğer araçlarının bazı yerlerde trafiğe takılmaları, bazı yerlerde de halkın otomobillerle kurdukları engelleri aşamaması da bana çok ironik göründü. Eski Türkiye, trafik karmaşasına çarptı gibi geldi.

Trafikte olağan hayatlarına akmaya çalışanlarla, darbe vazifelerini ifa etmeye çalışanların birlikte takılmaları ironikti elbette. Olağan hayatın olağanüstüyü püskürtme gücüne dair bir ironi?
Darbecilerin bir ikilemleri daha vardı: Belli bir anda sivillerin üzerine ateş açma riskini almaları gerekmiştir. Mısır’da Sisi yanlısı darbeciler, 1000’e yakın insanı tarayarak meydanların boşalmasını sağlayabildiler. Bizde ise böyle bir emir verildiyse bile sistemli ve yaygın uygulanamadığı görülüyor.
Elbette sokağa dökülenler bunu da hissettiler. En azından onları yönlendirenler, bu mesajı aldılar. Burada açılan psikolojik gediğin kapanması için “havadan” yapılanlar da kafi gelmedi.

Bu zayıflık algısı, meydanlara dolan kalabalıkların direnişlerini de kolaylaştırdı elbette. Meydanlara inen insanlar, bu tür süreçlerde hissedilen kuvvetlenme, özneleşme, muzaffer hissetme duygularını yoğun biçimde yaşadılar. Unutamayacakları bir hikayeleri oldu. 

Bu kuvvetlenme hissini yaşadıkları anda “ötekilerinin” akıllarına gelmesi bence manidar değil. “Nerede bu Geziciler, Solcular?” türünden sıklıkla ve yüksek sesle sorulan sorularda elbette eleştiri, küçümseme v.b pek çok duygunun izi var. Ama “ötekileri” tarafından anlaşılma, kabul görme arzusunun da olduğunu teslim etmek lazım.

Yukarıda “seküler kesimin” darbeyi onaylamamakla beraber sokağa çıkanlardan ürktüğünü, bundan sonrası için endişelendiklerini vurgulamıştım. Ben de endişeleniyorum. Ama dikkat bazı arkadaşlar “darbe engellenseydi ama bu sokağa çıkanlar çıkmasalardı” gibi bir pozisyona düşüyorlar. Maalesef bu ikisi aynı anda mümkün olamıyor. 

Darbecilerin en büyük darbeyi demokrasi mücadelesine vurdukları tespitine katılıyorum. Darbe girişimi öncesinde özellikle Davutoğlu’nun tasfiye edilme biçiminden dolayı oluştuğunu sezdiğimiz bazı rahatsızlıklar, “o cenahta” yaşanan bazı çatlamalar, Erdoğan’a yönelik eleştiriler şimdi ya ertelenecek ya da etkisizleşecekler. 

Erdoğan darbe girişimi için “Bu Allah'ın bir lütfudur” dedi. Elbette bağlamı farklı olsa da bu söylenenler, Erdoğan’ın siyasi hedeflerinin gerçekleştirilmesi için, yapılanın bir “hayat öpücüğü” olduğu anlamında da okunabilir. 

Buradan devşirilen meşruiyetle ve çok hızla başka alanlarda da tasfiyelere girişileceğini tahmin etmek zor değildi. Bunlar yapılırken, mevcut hukuki standartların da göz ardı edileceği, fiili durumlar yaratılarak tasfiyelerin yoğunlaşacağı anlaşılıyor. Ergenekon soruşturmalarında yapılanlara benzer hataların yapılması muhtemeldir. 

Bu savrulmalar karşısında hukuku savunmaktan ısrarla vazgeçmemeliyiz. Hukukun araçsallaştırılmasının yol açtığı tahribatı topluma anlatmaya çabalamak kaçamayacağımız bir görevdir.
Demokratlara bu sürecin cadı avına dönüşmemesi için ellerinden geldiğince tavır almak düşüyor. Hukukun daha da aşındırılmasının, hedef her zaman “biz” olmasak da, bumerang gibi hepimizi vuracağını artık çok iyi biliyoruz. 

Bu yazının başlığı “Birlikte nasıl yaşayacağız?” sorusuydu. Bu meseleyle ilgili yazmaya, düşünmeye devam edeceğiz. Ama şunu vurgulamadan geçemeyeceğim: Solcular, demokratlar, ısrarla Ak Parti’nin etkisindeki kesimlerle iletişim kurmak, onlara tezlerini anlatmak göreviyle karşı karşıyadırlar. “Kitle” korkusu, reaksiyonerliği getirir. Bu da “ötekinizin” türdeş, değişmez, farklılıklar barındırmayan bir “kitle” olduğu algısını derinleştirir. Bu yanlışa düşülmemelidir.

İletişim arayışı elbette tek başına yeterli değildir ama önemlidir. Galiba en önemli mesele, istediğimiz hayatı sözden fiiliyata taşımaktır. Kurumlar, değerler yaratmaktır. Müesseseleşebilmektir. Bu da ötekinden ziyade kendimizle alakalı bir muhasebe olsa gerektir. 

Gelecek yazılarda da bunu yapmaya çalışalım…