Cemaat ve Cunta
Polat S. Alpman

Gözlerimizle gördük, namlusu yola çevrilmiş tankların yanı başındaki askerlerin halkın üzerine ateş açtığını, Meclis’e bombaların atıldığını, havadaki uçak ve helikopterlerin kendi halkının üzerine alev kustuğunu gözlerimizle gördük. Memleketin istihbarat teşkilatına, emniyet binalarına askeri araçlarla saldırıldığını gözlerimizle gördük. Barut kokusuna karışan kan kokusuna, alçak uçuş yaparak kulakları sağır eden jetlere tanık olduk. 15 Temmuz Cuma akşamı, Türkiye kendi tarihindeki ağır kırılmalardan birini yaşadı, hala da yaşamaya devam ediyor.


Tuhaf ama bir kuşak daha, 2000 sonrası kuşak da askeri darbe ihtimaliyle karşı karşıya kaldı, hem de canlı yayından takip ederek... Türkiye’de demokrasinin 40 yılda gittiği yol bu kadar işte, bir arpa boyu.

***

Türkiye’de istisnasız her kesimin ittifak içinde ve defalarca ifade ettiği gibi darbe düşüncesine kesin ve net bir biçimde karşı olunmalıdır. Darbe, askerin fiili müdahalesi siyasal mücadele uğruna ortaya sürülen kozlardan biri olamaz. Darbeye ve askerin siyasete müdahalesine kategorik olarak karşı olmak siyaset üzerine düşünmeye, konuşmaya ve siyaset yapmaya başlamanın öncesidir. Kaldı ki standart demokrasilerde siyasetin, siyasal pratiğin başladığı yer ordunun sivil siyasal denetim ve kontrol altında olduğu yerdir.

Türkiye’nin siyasal tarihinde asker üniforması giyen kişilerin yasalarla belirlenmiş yetkilerini ve sorumluluklarını aşmaları, siyasal alanı gasp etmeye kalkışmaları hem siyasetçilerin hem de toplumun çoğunluğu tarafından hep makul, müdrik ve mutedil bir sesle kabullenilmekte, ordu müdahalesi karşısındaki edilgenlik, sessizlik, korku ve haşyet darbecilere ve darbelere kısa ve orta vadede meşruiyet kazandırmaktaydı. Bugün ise bundan farklı olarak, Türkiye siyasal kültüründe bir kırılmanın gerçekleştiğini; siyasal alana yönelik askeri-silahlı müdahalenin toplumun hiçbir kesiminde meşruiyet üretmediğini ve bu durumun zamanımızın Vaka-i Hayriye’si olduğunu ifade edebiliriz.

Özetle bugün yaşanmakta olan süreç, Türkiye’nin geleceği ve demokrasisi hakkında iyimser olmak için –bütün olumsuz gösterenlere rağmen- iyi bir başlangıç noktasıdır.

Bunu anlayabilmek için ne yaşandığı hususunda belli bir açıklığa ve ortaklaşmaya ihtiyacımız var. Şu an için bilgiler çok az ve tam olarak ne olduğu zamanla daha ayrıntılı olarak anlaşılacaktır. Ancak şu an için “15 Temmuz’da ne oldu” sorusu cevabını aramaya devam ediyor. Darbe girişimi mi, terör eylemi mi, Türkiye’ye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve hükümete yönelik uluslararası komplo mu?

Sanırım hepsi...

***

15 Temmuz akşamı başlayan ve Boğaziçi Köprüsü’nün trafiğe kapatılmasıyla öğrendiğimiz darbe girişiminin ilk saatlerinde Başbakan B. Yıldırım durumu “ordu içindeki küçük bir grubun kalkışması” olarak niteledi. Ekranlardan izlediğimiz ve darbe girişimi olarak sunulan şey açıklanması zor bir manzaraydı. Kabul etmek gerekir ki tuhaf bir darbe girişimiydi, hatta darbeden çok darbe parodisi gibiydi. Zaten ilk anda ortaya çıkan “böyle darbe mi olur” havasının nedeni de bu parodik görünüm olsa gerek. Olayın vahameti ve ciddiyeti anlaşıldıktan kısa süre sonra geride birçok ölüm, yaralanma, linç, işkence ve tutuklanmalarla deva eden bir süreç yaşandı. Hemen ertesinde bütün kamu kurum ve kuruluşlarında operasyonlar başladı ve devam ediyor. Böylelikle çok ucuz ve şimdilik hayırla atlatılan bu süreçle birlikte Türkiye toplumu yeni bir imtihan döngüsüne girmiş oldu.

Eşyayı adıyla çağırmak gerek...

Darbe teşebbüsün azmettiricisinin bizatihi Gülen olduğu öne sürülüyor ve bu konuda çok güçlü kanaatler ifade ediliyor. Bu kanaatlerin oluşmasında sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetin ısrarlı iddiaları değil, aynı zamanda Cemaatin bu tür hamlelere imkan tanıyan yapısının önemli bir payı var. Bu nedenle darbe teşebbüsünün bizzat Gülen tarafından yönlendirildiği, onun talebinin, isteğinin bir sonucu olması çok güçlü bir ihtimal ve akla uzak gelmiyor. Yaşanan katliamlarda Cemaatin devlet içinde örgütlenmesi, kendi ifadeleriyle imanlı kadroları devlet kadroları içerisine yerleştirmeyi başarmış olmalarının payı büyük. Liyakat yerine ideolojik gerekçelerle kadrolaşmanın korkunç sonuçlarından biri de bu olabiliyormuş demek ki...

Sonuç olarak 15 Temmuz’daki darbe girişiminin Gülen Cemaatine intisap eden ve onlar tarafından manipüle edilen cuntacılar tarafından gerçekleştirildiği oldukça ciddi ve güçlü bir iddiadır. Elbette darbe teşebbüsüne ilişkin sürecin maddi delilleri nedir, bu kişiler kimdir, nasıl örgütlenmişlerdir ya da Gülen Cemaatiyle ilişkilerine, bağlarına yönelik soruların cevaplarını çoğumuz bilmiyoruz. Ancak bu Cemaatin böyle bir potansiyele sahip olduğu, geçmiş dönemde yaşanan hadiseler nedeniyle de bilinen bir gerçek.

***

Gülen Cemaati İslamcılık hareketi içerisinde politik manevra yeteneği ve kapasitesi en güçlü cemaatlerden biri olageldi. İslami cemaatlerin birçoğundan farklı olarak oldukça kapalı ve ezoterik bir yapı. Bu kadar ezoterik ve kapalı bir Cemaatin öğretilerine, hedeflerine, ilişkilerine, kaynaklarına ilişkin bilgilere erişmenin zorluğu makul kabul edilebilir. Ancak bu cemaatle ilgili kamuoyunda bilinen şeyler de var. Örneğin Turgut Özal tarafından aliyy-ül a’la edilerek devlet içerisinde örgütlenmeye başladığını, yurtdışında açtığı okullar nedeniyle bir çeşit kolonyalist misyon bahşedildiğini, neredeyse bütün hükümetler tarafından desteklendiğini, korunup kollandığını, Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde ise etkili itirazlara rağmen birçok kritik pozisyona getirildiklerini biliyoruz. Başta ulusalcılar ve Kemalistler olmak üzere, bazı kesimler bu Cemaatin tehlikesini anlatmak için yırtındıklarında ise yine hükümet tarafından onlara “din düşmanı” muamelesinin yapıldığını da biliyoruz. Çok değil, 3 sene öncesine kadar, bugün lanetliler listesine yazılan bu Cemaatin “hizmetlerini” gözyaşlarıyla yâd eden, Türkçe Olimpiyatları adı altında yapılan etkinliklerde gözyaşlarıyla memlekete dönmesi istenen Gülen’in bir zamanlar şahsına, kişiliğine, ilmi derinliğine, hizmetlerine methiyeler düzenler bugün hala siyaset yapmaya devam eden isimler... 17-25 Aralık operasyonlarının bir faydası da bu Cemaatin Erdoğan ve hükümet eliyle deşifre edilmesi, bunun topluma kabul ettirilmesidir. Toplumun ve devletin kılcallarında dolaşan böylesi bir dini Cemaati itibar kaybına uğratmak ve onun toplum nazarında mağdur gibi görünmesini engellemek kolay iş değil.

Giriştikleri son kalkışma vesilesiyle görüldü ki, din-i İslam’a bağlılıkta rakip tanımayan bu Cemaatin bazı üyeleri, ellerine fırsat geçtiğinde halkın kanını akıtmaktan çekinmeyecek kadar fanatik, içinde bulunduğu gerçekliği anlayamayacak kadar ciddi akıl tutulması yaşayan, hükümetle girdikleri mücadeleyi kaybetmektense halka saldıracak kadar barbarlaşan bir öğretiyi ve nefreti taşıyabiliyor. Oysa bugünlerde Batı basınında Cemaatin “ılımlı” olduğu konusunda kalabalık ve malayani bir tezvirat dolaşıyor.

Diğer taraftan, bir zamanlar Cemaat eliyle icra edilen Ergenekon, Balyoz ve diğer davalara benzer biçimde, kocaman bir FETÖ çuvalı açıp içerisine her türden muhalifin tıkıştırılması mevzubahis ve bu husustaki endişeler OHAL ilanıyla birlikte daha da yoğunlaştı. Böyle bir “teknik ve taktik” aslında Cemaatin Ergenekon ve Balyoz davalarında yaptığı söylenen şeylerin aynısını tekrarlamaktan öteye gitmez. Kısa vadede hükümetin elini rahatlatsa bile orta ve uzun vadede bütün toplumsal kesimleri kuşatma altına alarak korku Cumhuriyeti’nin yeni sürümünü yürürlüğe koyar.

***

Akıl almaz şeyler gördük, duyduk, izledik. Bütün bunların muhasebesi tekrar ve tekrar yapılacak, tartışılacak. Bugün önemli ve öncelikli olan Türkiye’de toplumun siyasi iradesini temsil edenlere yönelik cunta girişiminin engellenmiş olmasıdır. Bunu Türkiye toplumu için, Türkiye’deki siyasal kültür için yeni bir eşik olarak kabul edebiliriz, etmeliyiz.

Bunun sembolik değeri ve anlamı güçlü bir umut barındırıyor. Yapmacık ve sahte demokrasi müsameresinin ortadan kaldırılıp gerçek demokrasinin tesis edilmesi için elde edilen bu fırsatın nasıl değerlendirileceği ise siyasal seçkinler, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet, tarafından belirleyecek. Semboller ve değerler üzerinden toplumu ayrıştırmaya yönelik gerilim alanları yaratmakla, toplumu birleştirmeye yönelik sembolik değerler inşa etmek arasında bir tercih yapılacak. Sembollere ve semboller üzerinden çatışma alanları yaratmaya yüklenmek yerine farklı toplumsal kesimleri birleştirmeye yönelik semboller üretilmesi Türkiye’nin bereketli bir demokratikleşme sürecine girdiğinin habercisi olacaktır.

Sonuç olarak vardığımız soru şudur:

Türkiye’deki çoğunluk rejimini tek başına ve hiçbir ciddi muhalefetle karşılaşmadan sürdürebilecek kadar güçlü olan hükümet, demokrasi ve çoğulculuğu, eşitlik, özgürlük ve adalet içeren bir rejimi tesis edebilecek kadar güçlü mü?