Arzusuz, Ölü Gibi
Erdoğan Özmen

Merkezini, tam merkezindeki maddesini kaybetmiş bir dünyadayız sanki. Ortasında açılmış devasa boşluk nedeniyle hiçbir ağırlığı kalmamış, yerçekimsiz bir kabuğun içinde olmak gibi bu. Bütün palamarları kopmuş, her türlü kerteriz noktası silinmiş, pusulasız, nerede duracağı ve sabitleneceği belli olmayan bir cisimde sürüklenmeye benziyor en çok. En çok da burada geçerli bu. Olabilecek en ağır soru karşısındayız uzunca süredir: Bir memleket var mı hala? Herhangi bir gelecek kaldı mı bizim için? Çaresiz, yönsüz, kıstırılmış, soluksuz, şaşkın kalakalmaktan başka bir şey artık bu: Hepten kaybolmuş gibiyiz. 

Hepten kaybolmuşsak, üstüne basabileceğimiz hiçbir zemin kalmamışsa altımızda, göğsümüze ne çökerse, ne boşaltırsa içimizi kupkuru, o var şimdi artık. Güvende hissetmenin anlamını bile kaybettik sonra neye tutunabiliriz ki? Uçurumun tam kenarındayken bile içimize su serpen bir gelecek duygusundan mahrum olmak ne fena. Ufkun böylesine karanlığa gömülmesi… Umudun son güçleri de aşınırken içimizdeki acılı büzüşme. Bu bezgin, uyuşmuş, hissiz varoluşa, bu derin apatiye nereye kadar tahammül edebiliriz ki?   

Barbarlığın, cehaletin, bayağılığın, hoyratlığın, nefretin, hasetin ve sapkınlığın iktidarının daha önce hiç olmamış bir güçle toplumların bütün hücrelerine nüfuz edişi var bir de. Bütün toplumsal ilişkileri kat eden korkunç bir sapkınlık ethosunun iyi-güzel-doğru olan her şeyi çürütmesi, hükmüne aldığı herkesi saf ahlaksızlığın korkunç çölüne savurması var sonra. Hepimize hayatı çıplak bir iktidar ve güç mantığına tabi kalarak yaşamayı dayatan, her şeyi aynı sefil iktidar-güç oyununa indirgeyen, bu yüzden, aynı kalpsiz, hınç ve nefret yüklü “biz ve bizden olmayanlar” kalıbını her duruma tercüme etmeden duramayan, bu müşkülat, kutuplaşma ve tehlikeyle zevklenen bir ethosun failleri hükmediyor dünyaya epeydir. Bir dine, inanca, davaya bağlı olmak, kendi değer ve ideallerine göre yaşamak mevzubahis bile değildir burada artık.   

Başka bir yol bulmalıyız bu yüzden. Bu sefil varoluşun yükünden kurtulmak, yeniden kendi insan temellerimizle buluşmak için başka bir uygarlık, başka bir insanlık, başka bir dünya tasavvuru geliştirmeliyiz.   

Çünkü belki de daha derinde bambaşka bir şeye maruz kalmaktayız. Belki de dünyanın içinin boşalması gibi deneyimlediğimiz şey kendi içimizin boşalmasının, kendi gündelik çıkarlarının peşinde koşan bencil ve rekabetçi hayvanlar derekesinden bile daha aşağı bir varoluşa, cansız bir kabuk seviyesine kadar alçalmış olmamızın basit bir projeksiyonundan ibarettir. Tam özümüzdeki şeyden kopmuş, arzulayan varlık olma halinden, iddiasından, tutkusundan, cehdinden vazgeçmiş olmaktır belki de asıl olan. 

Demek, en temelde bir insanlık buhranı, insanlığın çözülmesi, insanlığın gerilemesi olan bu durumun en bariz özelliğinin depresyon/melankoli semptomları olmasının gösterdiği şeyden söz ediyoruz. Yorgun, enerjisiz ve boş hissetmek, geleceğin ve çıkışın olmadığı bir momente sıkışıp kalmak, hiçbir şeyin mümkün görünmediği bir batağa saplanıp kalmış olmak, bu güçsüz ve perişan varoluş kipi, belki de en temeldeki kaybı ikame eden, bizi o kaybın ızdırabından koruyan bir örtü ve dayanak işlevi görüyor. Tuhaf biçimde ve ilk defa belki de, bu yaygın ve uzun sürmüş depresyon/melankolinin, bizi teselli eden, ölü varoluşumuzla yüzleşmekten, bu imkânsız karşılaşmadan bizi esirgeyen bir kuvveti, büyüsü var. Demek ki en temelde, kendi arzusundan feragat etmiş, kendi arzusundan vazgeçmiş, arzusuz, ölü gibi olmak vardır. Oradan başlayacağız. 

Bugün bireysel özgürlük, bireysel yücelme, bireysel kazanç ve çıkarları çoğaltmak olarak, çirkin bir “ego medeniyeti” olarak mümkün ve var olan bu dünyaya meydan okumadan, her birimizi sayısız efendi karşısında talep eden (sığınmak için habire bir efendi güvencesi arayan) bireylere dönüştüren bu hayatın karşısına dikilmeden, kendimizi düşürdüğümüz bu aşağı seviye nedeniyle o efendi konumlarını daha baştan inşa edenin yine kendimiz olduğunu fark etmeden buradan çıkamayacağız. Bir ışık varsa eğer, o, sadece bizim arzumuzla ve biz arzusuyla var.