"Parantez"lerin Sonuna Doğru
Ömer Laçiner

“Öküz altında buzağı aramak” milli beyin sporlarımızın en yaygın olanlarından biridir. O nedenle karşımızdakinin ne yaptığını, ne dediğini “anlama”ya çalışırken o yapılan ve söylenenin neyi gösterdiğine değil, neyi göstermek istemiyor olduğunu keşfetmeye çaba harcarız. Bu “düşünce” kalıbının neden bu denli yaygın ve köklü olduğunu, onu türeten “milli kültür”ümüzün uzmanlarına bırakalım. Ama bu yaklaşımın hem nesnel akıl yürütmeyi hem de açık sözlülüğü kısıtladığı, hatta körelttiği de bir vakıa. Hatırlayalım ki örneğin Osmanlı çağlarında “Deli” ünvanlı kişilerin çoğu bu sıfata bildik “delilik”lerinden dolayı değil açıksözlü oluşlarından dolayı layık görülmüşlerdir.

Bu bakımdan “milli kültür” ortak paydalı muhafazakârlarımızın kinayeli konuşmayı ve hele kinayeli sloganları pek benimsemeleri şaşırtıcı değil. Ancak, laik ve dindar muhafazakârlar arasındaki iktidar mücadelesi ekseninde yaşadığımız son yüz elli yıllık tarihimizin en önemli virajlarında laik muhafazakârlar belirleyici konumda oldukları ve haliyle diğerlerini baskı altına aldıkları için kinayeli konuşma ve slogan daha ziyade dindar muhafazakârlığın başvurduğu araçlar olmuştur.

Örneğin 1960’larda AP etrafında toparlanmış kitle içinde en yaygın ve gözde ifade “gözlerime bakın ne demek istediğimi anlarsınız” idi. Bununla söz konusu Sünni muhafazakâr kitlenin tepkisini açıkça ifade edemediği her şeye karşı olunduğu “anlatılmış” oluyordu.

AKP döneminde, o karşı olunan şeylerin hemen tamamına ilişkin açık konuşma korkusu ve yasağı kalktı. Atatürkçülük, “askeri vesayet” ve “Batılılaşma/modernleşme” karşıtlığına dair her şey söylenebilir oldu. Ve üstelik o eleştiriler doğrultusunda ciddi ve büyük ölçekte düzenlemeler de yapıldı. Ancak Sünni-Türk muhafazakârlığının lider ve ideolog kadrosunun istediği, “hayal ettiği” bundan ibaret değildi. Atatürkçülüğün, askeri vesayetin, laik modernleşmenin sindirilmiş olmasıyla yetinemeyecek olan o hedef ve hayal, nadiren “Osmanlı'yı ihya” diye yarı örtük ifade ediliyordu ise de; kinaye yoluyla anlatımı olan “yüz yıllık parantezi kapatmak” klişesi daha yaygın bir kullanım alanı buldu.

Sanırım, bu klişeyi ilk kullanan Ahmet Davutoğlu idi. Gerçi o bunu Türkiye’nin dış politikasıyla sınırlı bir anlamda kullanıyormuş gibiydi ama bunun iç politikadaki karşılığını düşünmemiş de olamazdı. Bu konuda hemen hiç laf etmemesinin en başta gelen nedeni herhalde koparacağı gürültünün büyüklüğü ve altında ezilinebileceği korkusuydu.

Ama anlaşılan 15 Temmuz bu korkuyu büyük ölçüde dağıttı. Sünni-Türk muhafazakârlığının “ezeli” sorunu olan ordunun laik muhafazakârlık yönünde iktidara el koyma ihtimali ve –daha önemlisi– potansiyeli, 15 Temmuz girişiminin püskürtülmesi ve ardından yapılan çok geniş çaplı tasfiyeler ile büyük ölçüde yok edildi. Ve ayrıca “modernleşme” tarihimizde ilk kez ordunun Sünni-Türk muhafazakârlığının hükmü altına alınmasının yolunu ardına kadar açtı.

Dolayısıyla “parantezi kapatma”nın iç politikada karşılığının, yani “yeni Osmanlı” bir sosyo-politik düzenin/devletin kurulabilmesi için yeterli koşullar ve güç sağlanmış demektir. Bu bakımdan 15 Temmuz’dan bu yana yapılan ve hâlâ da dalgalar halinde devam eden ve yalnızca devlet aygıtıyla sınırlı olmayıp iş dünyası ve medya organlarını da kapsayan görülmemiş çaptaki tutuklama, tasfiye kampanyasında darbe girişimiyle direkt ilişkili olmak neredeyse ikinci ölçüt gibidir. Çünkü amaç yeni Osmanlı sosyo-politik düzenine/devletine “uyum” sağlaması şüpheli herkesi sindirmektir.

“Parantez” de böyle açılmamış mıydı? Parantezi açanlar, yani siyasal muhafazakâr “laik” Atatürkçülük, nasıl 1925’te Sait isyanını tüm muhalefete teşmil eden saldırgan bir söylemle ve “Takrir-i Sükûn” kanununun verdiği olağanüstü yetkilerle işe başlamış ise; “Tayyipçi” AKP iktidarı da işe, tüm muhalefete teşmil etmek için fırsat kolladığı bir “FETÖ’cülüğün kökünü kazıma” söylemiyle başlamıştır. AKP’nin ve bilhassa Bay Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişimine bahse değer yaygınlıkta bir destek olabilseydi pekâlâ memnun olacağını ve bunu tıpkı 1925’tekiler gibi tüm muhalefet partilerini suçlu sandalyesine oturtmak için kullanmakta hiçbir beis görmeyeceğini daha önceki konuyla ilgili yazılarımda özellikle belirtmiştim.

AKP iktidarı ve Bay Erdoğan’ın fiilen koyuldukları bu “parantez kapama” işinde parantezi açanların izinde gitmeye kararlı oldukları da anlaşılıyor. O halde Bay Erdoğan’ın daha en az bir yıl sürmesi gerektiğini söylediği OHAL diktası ile tüm muhalefet yeterince sindirilebilir ise ardından “parantez öncesi”ni ihya edecek, kurumsallaştıracak –karşı– “devrim”lerin geleceğini söylemek bir kehanet olmasa gerek.

Parantez öncesi bu ülke, başkaları ile eşit haklara sahip olmayı zül ve zillet addeden bir “millet-i hakime”nin sosyo-politik düzene egemen göründüğü, mahkemelerinin devletin tepesindeki(ler)in cezalandırma aracı olmaktan başka bir işlevinin pek olmadığı bir toplum idi. Modern “Batı” heyulasının karşısında bu “yapı”sını olduğu gibi koruyarak, oradan alacağı teknik ile kendini devam ettireceğine inanmaktan başka çaresi olmayan, ama bu “yapı” ile bilim ve teknik üretme düzeyine asla gelemeyeceğini idrakten aciz bir zihniyetle kaçınılmaz olarak yıkıma sürüklenmişti. Bu yıkımdan doğan ve güç alan laik muhafazakârlığın da “gardırop devrimciliği” ile aynı yapıyı bir başka biçimde koruyarak açtığı parantezi kapatmakla övünenler, “parantez öncesi”nin kanlı, korkunç trajedisinin niçin ve neden kaçınılmaz olduğunu idrakten yoksun olabilirler. Ama bu “kader”den kaçınabileceklerine gerçekten inanıyor olabilirler mi?

Sanmıyorum. Bu “yüzyıllık parantez” deyiminin mucidi ve dış politikada uygulanışının Bay Erdoğan’la birlikte birincil sorumlusu olan Bay Ahmet Davutoğlu, şu anda apaçık görünen bu alandaki ağır hüsranın bir benzerinin “içerde” de yaşanmayacağından elbette emin olamazlar. Ama élan vital denilen şey tam da böyledir.