Yağmur
Derviş Aydın Akkoç

Yağsa artık “o” yağmur! Önce kurşuni ve yüklü bulutlar kaplasa gökyüzünü. Zalimce gürleyerek çaksa şimşekler, bir uçtan diğerine yırtılsa semanın kalın çarşafı, patlayan pencereler haber verseler yaklaşmakta olan yağmuru. Salgın korkusu gibi adeta, toplu yok olma kaygısı sarsa ortalığı. Mucize hariç her şey mümkün olsa. Boğuk boğuk aksa musluk suları. Durup dururken masalardan sehpalardan bardaklar düşse yere. Çerçeveler kırılsa peş peşe. Köhne duvarlar çatırdayarak yıkılsa. Bir o tarafa bir bu tarafa silkelense ağaçlar. Sökülüp uçuşsa tabelalar. Yaklaşsa, daha da yaklaşsa yağmur! Ufuk göz alabildiğine siyaha kesse. Takırdasa dişler. Kasılsa mideler. Yolunsa kirpikler. Unutulmuş korkular çıkıp gelseler yüz bin yıl evvelden. Ve yağmur, bakir rahminden aniden doğursa gecikmiş tufanını: Yağmurdan tufana. Yağmurdan tufana. Büyüyüp serpilse. Çoğalıp yayılsa sular. Ama ah, önce “o” yağmur. İlle de “o” yağmur. İri ve dolgun taneleriyle henüz hiç yağmamış olan “o” yağmur... 

***

İmal edilip de kültüre kazınan tüm ayrımlar silinse, “iyinin de kötünün de üzerine” yağacak olan “o” yağmurla. Yağsa artık! Yeryüzünün bütün yokuşlarından, uçurumlarından aşağı saçıla savrula yuvarlanırken sular, “büyük karanlık çöküyor ve benim hâlâ eksiklerim var” diye yakınsa şairler. Müzmin âlimlerin kanı çekilse. Kâhinler çığlık çığlığa koşuştursa mahzenlerinde. Kent eşkıyası, köprüler ve barajlar kuklası burjuvalar sıvışacak bucak arasalar, bulamasalar. Bir daha toplanmamak üzere dağılsa tapınaklar: bankalar, şirketler, fabrikalar, okullar, tımarhaneler, çelik kasalar... İnsan elinden çıkma ne var ne yoksa pul pul dökülse...

***

Kudurup köpürse denizler, kırbaçlasa damar damar kayaları dalgalar. Tuzlar saçılsa her yana. Aynı anda ürperse yeryüzünün tüm canlıları. Ayılar inlerine, kartallar yuvalarına, köpekbalıkları soğuk dip sularına çekilse. Ama kâr etmese hiçbir çekilme. Atlar acı acı kişnemeye, kuzgunlar bağrışmaya, kurtlar ulumaya başlasa. Katırlar delirse. Dudaklarında mırıldanmalarla mümin kadınların gözbebekleri büyüse. Rahleler ya da sıralar devrilse. Çan sesleri de, ezan sesleri de, makine sesleri de, siren sesleri de duyulmaz olsa. Uğultular kaplasa her tarafı. Yıkılsa balkonlar. Tren garları hüzünleri son bulsa. Bayrakmış sınırlardaki hareketliklermiş kimlikmiş şuymuş buymuş tüm gerinmeler son bulsa. Kapanacak ne bir ev, ne bir mağara, ne bir kale kalsa geriye. Çözülüp ufalansa şimdiye kadarki tüm sığınaklar. Bütün deliklerden umut kesilse. Kimse başını bir yere sokamaz hale gelse.

***

O kutlu yağmurun soğuğunu taşıyan rüzgârlardan yüzler üşüse. Yetmese atkılar kazaklar. Parmak uçları donsa. Bakışlar donsa. Uçaklar donsa. Borsalar donsa. Tezgâhlar donsa. Bir felaketin işaretleri yayılsa kentlere, sessizce. Daha önce hiç olmamış bir felaket. İlk ve son felaket. Sonradan anlatılamayacak, asla gösterilemeyecek, resmedilemeyecek bir felaket. Mutlak sonu ebedileştiren bir felaket.

***

Yağsa ve bitse birtakım şeyler. Borçlar bitse sözgelimi. Hiç ama hiç kalmasa gitmeler gelmeler, ölmeler sövmeler, gülmeler ağlamalar. Kırılsa şişeler. Parlamentolar ve plazalar gömülse sulara. Filozoflar ve devlet adamları ölse. Sanatçılar kurusa. Dursa saatler. Kravatların hükmü kalmasa. Nüfus cüzdanları, diplomalar, tapular ve paralar da dahil bütün kâğıtlar boğulsa. Tantanalı “türsel varlık” sona erse. Elektrikler kesilse. Sönse sokak lambaları. Yok olsa “ışık” adı altında uydurulmuş tüm yalanlar...