Kişilikler Çözülürken (II): Kin ve Nefret Kültürü
Erdoğan Özmen

Kişiliklerimizde ve ruhlarımızda devasa bir çözülme, parçalanma ve gerilemeden muzdarip olmasaydık şayet, bu ölüm çağında, çocuklar bile topluca öldürülürken başka her şeyi iptal edip sadece vicdanın ilke ve güçlerine teslim etmez miydik kendimizi? Kendimizi yaptığımız kişi, bunca acı, vahşet ve ölüm karşısında tüm çıkar ve güç hesaplarını derhal iptal edip sadece kendi vicdan ve adalet duygusuna tabi kalmaz mıydı? O ölçüyü, vicdanın sesi demek olan yüce ölçüyü bir yerde kaybettik, artık işitemiyoruz bile. Daha çok savaş, daha çok katliam, daha çok düşmanlık, daha çok kin ve nefret, daha çok vur emri sesleri başka her şeyi bastırıyor. 

Uygarlığın belli bir seviyesinin gerisine düşmek, belli bir medeniyet kaybı değil bu yalnızca. Çok daha acıklı ve telafisi çok daha zor bir şey gerçekleşiyor ağır ağır: İnsan kendi kudretiyle, kendi yapıp etme güçleriyle var ettiği olgunluk ve bütünlüğünü kaybediyor. Kişiliğin/kimliğin parçalanması ve en ilkel, en ham, en vahşi eğilim, tavır ve itkilerin açığa çıkması bu. Kısmi, parçalı, eşgüdümden ve ahenkten yoksun duygu ve dürtülerin tüm referans, dikiş, bağlam ve eklemlerini kaybetmesi. Kendi zamanında ve yerindeyken tahammül ve zapt edilebilir olan şeyin –henüz olan, oluşum halindeki şey daima bir ehlileşme/medenileşme/olgunlaşma çekirdeği ve imkanı taşıdığı için ilksel sayılmaz mı aslında-, geriye dönük bir çözülme ürünü olarak ortaya çıkmasının ancak bir canavarlık biçiminde mümkün olması.   

Kişiliklerimizin giderek çözülmekte ve parçalanmakta ve daha ilkel/ilk dönemlere gerilemekte ve içeriklerini kaybetmekte oluşunun, içimizde açılan boşluğun, o boşluğu doldurma ve canlılığımızı koruma ihtiyacının bir temel semptomu depresyonsa eğer, diğeri de katillik olmalı. Başka insanları –fiziksel ve simgesel çeşitli biçimlerde- öldürerek hayatta kalmaya çalışmak, içimizdeki insanlığı yok ederek ve her birimizi bir kabuk statüsüne indirerek işleyen bir ölüm çarkı/sistemi içinde payımıza düşen yegane varoluş biçimi belki de. Amacından ve yönünden koparak ortalığa saçılmış, çerçevesini kaybederek parçalanmış kişiliğe yeniden bütünlük bahşedecek, feragat edilen benliğe yeniden kavuşmayı sağlayacak imha eylemleri bunun en uç örneği belki de. Çünkü kendi bireysel ve ortaklaşa hikayemizi kaybetmiş haldeyiz uzunca süredir:

“Kendi büyüklüğüne uyanmış “asker erkek”, her zaman şiddet aracılığıyla bizzat doğar; tabi olduğu bütünlüğün parçası olan bedenini çeşitli biçimlerde tertip ederek (“talim”); öteki hayatları sonlandırmaya yönelerek.” [1] 

“Cezbe halinde eyleyen katil, öldürme sırasında sözkonusu kendi organizmasının hayatta kalmasını başarıyordur belli ki.” [2] 

Ruhsal ve bedensel bütünlük hissini kaybetmiş, demek canlı olmakla ölü olmak arasındaki sınırda yerleşmiş zamanımızın ortalama bireyinin karşısında ötekini yok etmenin zengin repertuvarını arşınlamaktan başka seçenek kalmamıştır belki de. Katilliğin geniş yelpazesini kat etmekten başka: Ötekinin insanlık onurunu yok ederek insanlıktan çıkarmaktan her türlü kuralın çiğnendiği ve saf dışı bırakmaya yönelik yıkıcı rekabete, kendi tatmin ve mutluluğunun esas engeli saydığı komşusunu linç etme pratiklerinden bedenleri palalarla parçalamaya kadar. Hasım bellediklerini öfkeli kalabalıkların önüne atıvermekten asla yatışmayan intikamcı duyguların yol açtığı yok etme, kan dondurucu “ilahi suç işleme” ayinlerine kadar. Sadece bu bile; yani kayıp ve mahrumiyetlerimizi üstlenmenin, kaybın açtığı boşlukla yüzleşme ve üzüntünün, ve esaslı bir sorumluluk ve suçluluk etiğiyle girişilen kolektif eylemliliklerin yerine doyurulması yapısal olarak imkansız intikamcı ve misillemeci duyguların yerleşmiş olması zamanımızın hastalıklı ve ölümcül ruh halini mükemmelen yansıtan bir örnek değil midir?

Dış dünyanın, düşmanların, ayrıntılı prosedürlerin, zahmetli müzakerelerin, yorucu tartışma ve uzlaşma çabalarının yolumuza çıkarak mutlak iktidar planlarımızı ve kırılgan beden yapımızı tehdit eden kargaşasını temelli yok ettikçe rahatlar ve kahkaha atarım bir de: 

“Bu sürekli kikirdeme, nereye ve kime ait olduklarını bilmeyen insanların kendilerini ifade etme biçimi. İçinde yaşadıkları boşluk, “Hahahahaha”yla ifadesini buluyor, sonsuz bir döngü içinde. Beden ve kaslarla ilgili olmanın yanında ruhsal bir edim olan kahkaha, anlık da olsa o boşluğu doldurma işini görüyor: Onu hemen hissedilir ve hafifletici olan herhangi bir şeyle doldurma işlevini. Hahahaha. Belli ki söz konusu boşluğu algılamayı engellemek gibi bir işlevi var. Bunu algılamak insanı üzer. Bu durumda, tam anlamıyla, ağlamamak için gülünür. Haykırmamak için. İçinde şunların çınladığı, içerideki boşluğa patlamamak için: Hiçbir şey bilmiyorum, ben hiçbir şeyim, onun için önem taşıdığım bir yer ya da kimse yok; tutunacağım hiçbir şey yok, düşüyorum; bacaklarını gösteren diğerleri gibi ben de kısa şortlar giyiyorum (bunun cinsel bir anlamı yok; böylelikle reklamlardaki genç kızlar gibi görünüyorum; neden ve hangi amaçla dünyada olduklarını bilen birileri gibi görünen genç kızlar). Kahkaha boşluğu doldurur, ama seneleri doldurmaz, ergenliğin öğretilerini ve boşluklarını silmez; toplumsal cinsiyetler arasındaki uçurumu doldurmaz; Ben ile dünya arasındaki uçurumu doldurmaz, moderliğin şairlerinin ve filozoflarının bahsettiği “dünya ile Ben arasındaki dipsiz yabancılığı”, kelimeleriyle aştıkları ya da aşmaya uğraştıkları yabancılığı. Kimisi bunu başarır da.

Bunu başaramayan bir çokları, illa cihatçı olup çıkmasa da, umutsuzca kendini öldüren insanlara dönüşürler yavaş yavaş. İster uyuşturucular yardımıyla; isterse, herşey düzlenmiş görünene ve uçurum tehdit olmaktan çıkana kadar, gerçekliğin dipsiz uçurumlarını alışkanlıkların dağlarıyla dolduran bir kendi kendini definle: Makul biçimde dine başvurmak da yardımcı olabilir. Her halükarda yardımcı olmayan –ve kimseye kalıcı olarak yardımı dokunmayan- şey ise günümüzün Batılı ülkelerinde her köşeyi kaplayan tekliftir: Kısa şort teklifi, yeni bir beden ve varoluş biçimi vaat eden, aidiyet vaat eden, tüketim malı biçiminde teklifler.” [3]

Ruhlarımızdaki gerileme ve parçalanmanın bizi önüne bıraktığı eşik intikamcı, katil, içi kin ve hınçla, yıkma ve yok etme hisleriyle dolu günümüz bireyidir. Sorumluluk, suçluluk ve utanç duygularına yabancılaşmış, hak ve adalet ilkelerini daimi bir savaş hali ve galibiyet/mağlubiyet hesabıyla ikame eden prototip. İşte bir de bu bakımdan son referandum sürecinde yapıp ettiklerimizi kendimize verdiğimiz kıymetli bir armağan olarak saklamalıyız. Karanlığın en koyulaşmış göründüğü bir zamanda ve zamanımızın zorlu ruhsal açmazlarını bertaraf etmeye yönelerek yerleşik Türk/Kürt, Sünni/Alevi, inançlı/ateist, solcu/sağcı gibi ikilikleri bir süreliğine de olsa iptal eden bir alan açabilmiş olmamızı şükranla analım. Bunca farklılıkla, belki de bunca farklılık yüzünden sergilediğimiz yaratıcılık, kurduğumuz –hatta belki de nazikçe ilk kez icat ve tecrübe ettiğimiz– kardeşlik ve dayanışma ilişkileri, belki de ilk kez kendi konumunu deklare etme, temellendirme ve meşrulaştırmaya girişmeden önce başkalarıyla konuşma, tartışma –o halde kendi yetersizliğini kabul etme– ve ona göre fikir değiştirme alıştırmaları… Demek, bugünkü sefil insanlık durumumuza son verecek, ortak çıkar ve bağlarımızı fark etmemizi sağlayacak, kendi kudretimiz ve sonsuz potansiyellerimize temas etmemizin imkanı olacak bir ufkun açılması, buna yönelen bir ortaklığın yaratılması sadece kendi ellerimizde ve önümüzdedir.


[1] K. Theweleit, Failin Kahkahası, Çev. Ö.Muti, İletişim Yayınları, 2017, s. 26

[2] A.g.e., s. 85.

[3] A.g.e., s. 97-8.