Ortadoğu'dan Trump Geçti
Mete Çubukçu

Trump seçilmeden önce Müslüman ülkeleri hedef tahtasına koysa bile, ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yaparken, Kudüs’te Ağlama Duvarı’nı görevdeyken ziyaret eden ilk başkan oldu. ABD Doğu Kudüs’ün İsrail’in bir parçası olduğunu şimdiye kadar kabul etmedi. Obama ilk dönem seçildiğinde ilk ziyaretini Türkiye, ikinci dönem Mısır’a yapmış ve mesajlarını oralardan vermişti. Seçilen ülkeler ve verilen mesajlar hatırlandığında Trump’ın Suudi Arabistan çıkartması ve orada 50’nin üzerindeki Müslüman ülke lideri ve yetkilisine seslenmesi hem bölgedeki değişikliği hem de yeni Amerikan yönetiminin Ortadoğu’ya yaklaşımının nasıl olacağını gösteriyor.

Seçildiği günden bu yana Ortadoğu’da nasıl bir yol izleyeceği merak edilen Trump biraz karmaşık, savruk görünmekle birlikte politikasının ana hatlarını çizdi. Biraz eski, bildik, biraz yeni unsurlar içeren bu politika, Ortadoğu’ya sürdürülebilir bir gerginlik, ya da gerginlik adına, amiyane tabirle bölge ülkelerini, “birbirine vurdurmayı”, “birbirlerini çevrelemesini” amaçlıyor.

Politikanın genel hatları şöyle: Suudilere IŞİD ve radikalizmden dem vurarak mesaj verme, İran “tehdidi “ne karşı 100 milyar dolarlık silah satma, İsrail’de İran’a parmak sallama, sonuna kadar İsrail’in yanında olacağını gösterme, Filistin yönetiminin de başkan Abbas’ı muhatap alarak Hamas ve Müslüman kardeşleri dikkate almamasını sağlama ve tabii ki sözümona çözüm önerisi. Daha önce 2002 Arap İnisiyatifi üzerinde tartışmalar sürüyordu ki -bu çerçeve birkaç on yılın en elle tutulur önerisidir- bu tartışmalar gündeme gelmedi. Ama kesin olan genelde bölge özelde Filistin’de İhvan ve Hamas siyasetini tanımama ve terörle özdeş tutma gibi aşırı bir yaklaşım ile Suudi Arabistan, Mısır ve tabii ki İsrail’i bir potada birleştirme. Bu noktada Türkiye de ikilem yaşayacak gibi görünüyor. En azından Müslüman Kardeşler ve Hamas desteği eskisi gibi yüksek sesle ifade edilmeyebilir. Ayrıca Hamas’ın son dönemdeki siyaset belgesini değiştirmesini de bölgedeki tüm bu gelişmelerden bağımsız düşünmemek gerek. Katar ve Türkiye’nin “katkısı” olmaksızın böyle önemli bir karar almak pek kolay olmasa gerek.

Trump ve sertlik yanlısı İran karşıtı kurmayları politikalarını Sünni-Şii gerginliği üzerinden yürütmek isterken, tarafların bu gerginlik üzerinden birbirlerini terbiye etmesini bekliyor.

Trump, Obama döneminin en önemli adımlarından biri olan İran Anlaşması’na rağmen yine “İran tehdidi” söylemine döndü. Oysa İran’da halk reform ve anlaşma yanlısı Ruhani’yi seçerek ABD’nin gerginlik politikasına ters bir yanıt verdi. Ruhani yönetimi sonuna kadar anlaşmanın arkasında duracaktır. Ancak Suriye’deki pozisyonundan geri adım atmayacaktır. Öte yandan IŞİD’le mücadelede İran ABD’nin en önemli müttefiki de sayılabilir; özellikle Irak’ta. Trump göreve geldiği günden bu yana İran’ın terör faaliyetlerine destek olduğu iddiasını yineleyerek Obama dönemini tersine çevirmeye çalışıyor. Nükleer anlaşmadan geri adım atmak Trump yönetimi için bile kolay değil.

Olan biten tipik bir Amerikan ya da kaba emperyal politikanın örneği ve yeni de değil. Gerginlik üzerinden düzen sağlamak, tarafları silahlandırmak, kendi yapamadığını o bölgedeki taraflara ihale etmek, bazı ülkeleri diğerlerine çevreletmek ve sıkıştırmak. Bölgenin yakın ve uzak tarihi içinde defalarca denenen, bölgeye istikrar getirmeyen ama her nasılsa tutan bir politika.

ABD’nin “İran tehdidi” argümanı karşısında Suudi’lerin ikna edilmelerine gerek yok. Onlar bölgede İran ve Şii karşıtlığı üzerinden Sünni dünyası liderliği için bu işe teşneler. Suudi’ler sadece bu nedenle Suriye meselesine müdahiller. Suriye’de Suudi’ler sadece Yemen ve Irak’ta da öyle.

Peki ya Türkiye? Türkiye Obama döneminde bölge liderliği, model ülke olma konumundan, Suriye’de kendisini sadece YPG-PYD parantezine sıkıştıran bir ülke konumunda düştüğü için bu fotoğrafta ancak, Sünni-Şii karşıtlığındaki cephenin bir yanında durarak yer alabiliyor gibi.

Bir süredir Suriye’deki rakibi İran ile gerginleşen ama Astana süreci ile aynı masayı paylaşan Türkiye ile ilgili olarak, “mezhebî denklemin bir yanında yer alıyor” algısının yerini
-öteden beri Türkiye’yi bölgede özgün ve güçlü, sözü dinlenen ve güvenilir bir ülke yapan özelliğine (çok zor da olsa) dönmesi- eskiden olduğu gibi bölgesel sorunlarla angajmana girmeden ilgilenen ve sözü dinlenir bir ülke olan konumunun alması gerekiyor. Ama söylediğimiz gibi Suriye’ye bulaştıktan sonra eski ayarlara dönmek çok zor görünüyor. Algıyı değiştirmek güç, Türkiye’nin böyle bir niyeti var mı o da tartışılır. Suriye’de Kürtlerle birlikte hareket etmekten vazgeçmeyen Trump yönetimi burada eski politikayı devam ettiriyor. Belki de Türkiye’nin YPG-PYD ile belli noktada buluşmasını bekliyor.

İran karşıtlığı üzerinden bölgede Sünni eksenin liderliğini yapmaya çalışmak ve Şii karşıtlığını başat politika olarak belirlemek şeklinde özetlenebilecek bir Suudi projesi bölgede huzuru sağlamaz. Trump ve ABD’nin amacını sadece bölge ülkelerine silah satmak gibi indirgemeci bir yaklaşımla açıklayamayız tabii ki. İran karşıtlığının bir ucunda da İsrail’in olduğunu biliyoruz. Böylece, Arap ayaklanmaları öncesi düzene yani bir yanda İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye diğer yandan İran, Suriye, Hizbullah gibi bir ayrıma gidiliyor sayılır ki bir önceki dönemde Hamas da ikinci gruptayken artık birinci gruba transfer olmuş durumda.

Trump’ın Filistin meselesinin çözümünde ne kadar yol alacağı belli değil. Çünkü İsrail angajmanı çok güçlü. Suriye’yi iki kez vurarak daha sert olduğunu göstermek amacı taşısa da IŞİD sonrası bölgeyi dizayn etmeye hazırlığı söz konusu. Ve bu dizayn bölge ülkelerinin birbirleri ile çatışarak yol almasını öngörüyor. İnsan hakları ihlalleri, kadın, gençlik, yoksulluk, demokratikleşme gibi bölgenin önemli sorunlarıyla bir derdi de doğal olarak yok.