Ego İdeali (III)
Erdoğan Özmen

İnsanın içinde, devrimin çağrısıyla –istersek dünyanın kahredici adaletsizlik ve eşitsizliklerine son verebileceğimizi söyleyen sesle– büyülenmeye ve baştan çıkmaya çoktan hazır bir yer olmalı. Zaten o çağrıya kapılmak, onun tarafından cezbedilmek için yaratılmış bir yer. Sesini bekleyen, onunla dolmayı, tamamlanmayı ve ete kemiğe bürünmeyi özleyen bir boş-yer belki de. Demek böylece, var olmayı sonradan öğrenecek olan bir boşluk. En boş uzam. Öyle ki, insanın içi ile dışı arasındaki sınırın silinmesi diye bir şey varsa eğer, tam bunun için icat edilmiş olmalı diye düşünmeye sevk edici bir kuvvete bile sahip. Çünkü belki de, o ses ile yer zaten bir ve aynı şeydir. Nihayetinde, insan kendini ancak böyle soyutlamalar sayesinde kavrayabilen bir varlık değil midir ki? Bir dizi soyutlama, yanılsama ve yanlış-tanıma aracılığıyla...

İnsanın en büyük açmazlarından birisi de şudur: Bir yandan her şey bedeninde kayıtlı iken, beden silinmiş ve görünmez olmuş bütün izlerin hatırasını taşıdığı varsayılan bir kendilik, ve simgesel sistemin öncesindeki biricik gerçek statüsündeyken, aynı beden diğer yandan, kendini bir değerler hiyerarşisine göre farklı vurgularla kodlayan temel anlamlarını simgesel sistem sayesinde, o sisteme kaydolarak edinir. Gerçek beden ne ise o olarak zaten orada iken, her bir insan teki kendi canlı kanlı, haz ve zevk alan ya da örselenen ve acı çeken bedenini yeni baştan elde eder, kazanır. Dahası kendi kimliğimizi edinmemiz Öteki ile (sosyo-simgesel düzen ve onun temsilcileri) aramızdaki etkileşim ve karşılaşmaların bir sonucudur. Bu etkileşim ve karşılaşmalar en başta beden üzerindedir. Öteki (genellikle anne) başlangıçtan itibaren kendi arzusunu belirli beden bölgelerine ve işlevlerine yöneltir. Aynı zamanda ilk baştan çıkartılma deneyimidir bu. Anne/babanın talep, kural ve tembihleri bedenin olgunlaşmasının yönünü ve biçimini tayin eder. Bunu zihnimizde daha somut olarak canlandırmak için, cinselliğe ve cinsel organlara yönelik tutumların ya da beslenme, tuvalet ve temizlik eğitiminin farklı kültür ve zamanlarda nasıl farklılıklar gösterebildiğini düşünmemiz yeterli olacaktır.

Demek insanın fıtratı, yaradılışı filan denen şeyler, ya da verili bir kimlikle/özdeşlikle dünyaya geldiğimiz iddiaları sadece bir safsatadır. Bedeni de dahil olmak üzere her şeyi, kimliğini, karakterini, ruhsal yapısını ya da nevrozunu kendi seçerek –gerçi zorunlu bir seçimdir bu–, kazanarak, hak ederek ya da tam tersi kaybederek, bir dizi kayıp ve travmanın acısına katlanarak var olur insan. İnsan kendini –kelimenin en muhteşem anlamıyla- var eder. Bunun en somut tezahürü, korkunç adaletsizlikler söz konusuysa eğer, güçsüz ve masum insanların hakları/hukukları hoyratça çiğneniyorsa, insanın başka her şeyi iptal edip kendi hayatını bile hiçe sayarak direniş ve isyanı en temel ve tek varoluş biçimi olarak görmesi değil midir? Kendini en radikal biçimde aşma, kendinin ötesine geçme ve yücelmenin bu olağanüstü anlarının, ve o anlara süreklilik ve parıltılı bir cisim kazandıran dünyanın büyük devrimcilerinin insanlığa verdiği esin ve umudun gerisinde işte bu vardır.

***
Lacanyen teoride simgesel kategorisinin ortaya çıkması ve gelişmesiyle birlikte imgesel (ve ayna-evresi) kayıt/düzen de yeniden ele alınır. Egonun özdeşleştiği imge ile oluştuğundan/biçimlendiğinden söz etmiştik. O halde şunu da eklemeliyiz: Kendini imgede bulduğuna ve imge ile tam olarak örtüştüğüne inanan, kendi kusursuzluğundan mest olan bir yapıdır bu. Yalnızca kendine inanan ve kendine mesafe almanın -ve kendi üzerine düşünmenin-, demek kendi muhtemel kusur ve yetersizlikleriyle yüzleşmenin imkan ve araçlarından yoksun, kendiyle/kendi ihtişamıyla kör olmuş ideal ego. Artık gerçek bir eksikliğe yanıt olarak düşünülmeyen ayna-evresi bundan böyle simgesel atıfla birlikte ele alınır. Annenin/ötekinin kucağındaki bebeğe dönerek “Kızım, Defne’m, ne kadar da güzel ve kocaman” ifadesi, bu simgesel edim bebek için kendi imgesiyle özdeşleşme imkanı yaratan jest olur. Böylece gerçeklikte bir çatlak/kırılma ortaya çıkar. Daha önce orada bulunmayan bir anlam ortaya çıkar: “Konuşulan ilk sözcükler hüküm verir, yasallık yaratır, kehanette bulunur; gerçek ötekinin kendi belirsiz/karanlık otoritesini üstlenmesine vesile olurlar.” [1]  Yani ilk sözcükler sayesinde özne o zamana değin erişemediği bir düzene –gösterenlerin düzenine– takdim edilir, giriş yapar. Öteki, bebeğin kendisinin olabileceği şeyi önceden sahneler, ona gösterir. İlk hakiki kastetme olayıdır bu. Demek özne sosyo-simgesel düzende kendi yerini doldurmaya çağrılır: “Bu bir geriye-kıvrılma (retroversiyon) etkisidir. Bu etki aracılığıyla özne her bir aşamada, daha önceden olmuş olduğu şey haline gelir ve “o olmuş olacak” yalnızca gelecekte tamamlanmışlık kipi içinde duyurulur.”[2] 

Ego-idealinin temelinde bir tür özdeşleşme, ötekinin özgül bir özelliği ile kurulan özdeşleşme vardır. Kendi kusur, başarısızlık, güçsüzlük ve yetersizliklerini fark eden/tanıyan öznenin kendi önüne bir ideal yansıtmasıdır bu. Kendi temel gerekçesini ötekinin ötekiliğini tanımakta, tam bir eşitlik, sınırların ve farklılıkların tamamen silinmesi hedefine yüz vermemekte bulan bir özdeşleşme.

Ego ideali, belki de öznenin kendi makus talihini alt etmesinin imkanıdır. Her bir aşamada Öteki için zaten olmuş olduğu şey haline gelmenin, kendini bu haliyle keşfetmenin yorgunluğunu ve aynı hareketi tekrarlamanın ümitsizliğini aşmanın aracı. Bir şevk, hasret ve arzu vesilesi.

Toplumun, kurumların, egemen ahlakın ve kültürün çürüyebildiği kadar çürüdüğü bir zamanda, en nihayetinde tek tek bireyleri ve toplumsal sınıfları yerli yerine yerleştirmekten, her şeyi “asıl”/verili yerine iade etmekten ibaret bir adalet, ahlak, hak/hukuk ve vicdan siyasetine yoğunlaşmamızı ve bununla yetinmemizi söyleyen seslerin ayartısına kapılıp kalmamak için…

Günümüzün acil ve hayati adalet/hak/hukuk, ahlak ve vicdan talebi ve arayışının koordinatlarını ve yönünü hakkıyla tayin edecek olan da, insanlık idealimizi tercüme edecek saf siyasetin ışığı ve kudreti olmayacak mıdır?

Demek hiç tereddüt etmeden ve ısrarla; komünizmin dünyasının sesiyle…


[1] Lacan, Ecrits (The first complete edition in English), İngilizceye çeviren: Bruce Fink, s. 684.

[2] Age, s. 684.