Eski Türkiye-Yeni Türkiye
Barış Özkul

AKP, dindar-muhafazakâr kesimin Cumhuriyet tarihinde siyasetle ilk kez gerçek anlamda barışma fırsatını elde ettiği 2011’den sonra Türkiye’yi adım adım kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı bir İslâmî reislik rejimine taşıdığı için “eski” Türkiye’nin siyasi aktörlerinin birdenbire demokrat kesildikleri “yeni” bir tablo ortaya çıktı. Bu tabloyu inandırıcı bulanlara göre ulusalcıların başından beri haklı olduğu, “yetmez ama evet” demekle AKP’nin “dümenine su taşındığı”, Çözüm Süreci’nin boş yere desteklendiği ve 2002’de işaret edilen tehlikelerin çok geç farkına varıldığı aşikâr. Kandırılanlar ve aldatılanlar var; bir de hiç yanılmayanlar...

Bu geriye dönük anlatının temelinde toplumu dönüştürememenin verdiği takatsizliği kendi yanındakiyle didişerek yatıştırma kolaycılığı olduğu kadar Türkiye'nin geleneksel siyasal kültüründen kaynaklanan sorunlu bir tutum da var.

İlkelerin esas olduğu siyasî kültürlerde bir politik tavrın doğruluğu sonuçta kimin işine yaradığı ve hangi amaçlarla kullanıldığına bakarak belirlenmez. Mesela AKP’yi kapatma davasına siyasi partilerin var olma hakkını savunduğunuzdan dolayı muhalefet ettiğiniz için AKP’nin beş yıl sonra yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız. Bunun tersi de geçerlidir: Can Dündar, “yetmez ama evet” referandumu sonucunda yürürlüğe konan Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkından yararlanarak tahliye olduğu için ondan bu referandumu kişisel çıkarları gereği sahiplenmesini talep edemeyiz. Siyasette ilkeleri esas alanlar açısından tarihin önceden belirlenmiş-varsayımsal doğrultuları yoktur; öznelerin ve toplumların değişim potansiyelleri vardır. Mahallenin menfaatleri gereği susmak yerine ilkelerin doğrultusunda yanılabilirsin de.

Ne var ki Türkiye’de toplumu kutuplaştıran meseleler ilkeler ve gerçekler üzerinden değil kimlikler ve kimliklerin uzanımında yer alan siyasal aidiyetler temelinde tartışılır. Kimlikler zaman içinde kesifleştiği için (seküler ve muhafazakâr kesimler eskiden beri farklı semtlerde ikamet edip farklı sosyalleşme kanallarını kullandılar) içeriden çıkan çatlak seslere yönelik öfkenin dozu daha da yüksek olur. Kültürel ihtiyaçlara göre eğilip bükülen politik doğrular her durumda savunulacak ilkelerden daha önemlidir. AKP bu bakımdan köklü ve mümbit bir antidemokratik zemini devralmıştır. Aksi takdirde, kuvvetler ayrılığı sorununun AKP daha iktidar olmadan çözümlenmesi gerekirdi. Bugün kuvvetler ayrılığının ortadan kalkmasından “demokrasi adına” yakınan ulusalcılar herhalde Mustafa Kemal’in kuvvetler birliğinin yararlarını vurgulayan, “Rousseau ve Montesquieu’nün savunduğu kuvvetler ayrılığının artık eskidiğini” bildiren konuşmalarından haberdardır. Haberdar oldukları halde AKP öncesi çağlarda sistemin demokratikleşmesi yönünde kaydadeğer bir talepleri olmadığı gibi AKP iktidarının ilk yıllarında gündeme gelen sistem tartışmaları sırasında demokrasinin asgari müştereklerini savunmak yerine Abdullah Gül’ün eşinin başörtüsüyle uğraşmak gibi garabetleri yeğlediler. Böylece AKP, devraldığı mümbit zemini kolaylıkla kendi lehine genişletti ve HDP deneyimini saymazsak dişe dokunur bir ilkesel muhalefetle karşılaşmadan bugünlere geldi. Şimdi gene kuralsızlık ve ilkesizliğe dayalı bir çoğunluk tahakkümünü/diktasını yerleştirmekle meşgul.   

Yeni Türkiye, ilkeler ve zihniyetler bakımından Eski Türkiye’nin rayından çıkmış bir taklidi. Eski Türkiye’yi özleyenler demokrasi elden gittiği için değil kendi iktidarları gerilediği için Yeni Türkiye’ye muhalifler. Bu yüzden henüz yaşam tarzı savunusundan öteye geçip yapıcı ve eşitlikçi bir demokratik ütopya ortaya koyamadılar. Ulusalcılarla AKP’yi birleştiren sapasağlam köprüler yerli yerinde duruyor: Etnik sorunların askeri yöntemlerle halli, Avrupa Birliği’nden tamamen uzaklaşma çabası vb. Onun için Türkiye'de yeni ve ilkeli bir demokrasi kurulacaksa bu eski Türkiye ve onun aktörleri ile alışkanlıklarını özleyerek olacak şey değil.