Milli Anlar (I)
Orhan Koçak

Yine oldu. Hint alt kıtasında çok olur. 60’lı yıllarda Narayan’a bile sorulmuştu: “Siz kim için yazıyorsunuz, kendi yurttaşlarınız için mi, yoksa uluslararası bir okur camiası için mi?” Sonra tekrarlandı: “Rushdie kim ve ne için yazıyor, Hindularla iyi geçinmek için mi, ‘Batı’da okunmak için mi, yoksa bizi, biz müminleri çileden çıkarmak için mi?” Son gelen rapor devasa alt kıtada işlerin artık “arapsaçına” döndüğünü hissettiriyor: artık sadece o seksen altı ayrı dil, hepsi birden “Batı”ya ilginç görünmek için ve birbirleriyle boğazlaşarak yazmakla kalmamış, artık birbirleriyle boğazlaşma şevkini bile yitirmişlerdir. Mesela: “Ben bu dilde, Marathi veya Bengali lisanında güzel şeyler yazıyorum, nokta. Artık eşek değiller ya, biri de gelip beni tercüme etsin.”

Bu olur. Mesela onsekizinci yüzyılın sonunda da Kuzey Amerika’da John Adams diye biri, “niçin Paris’te ben değil de şu tırnakları ojeli Jefferson denilen şahıs daha iyi tanınıyor” diye hop oturup hop kalkıyordu. İkisine de gelene kadar, paratoner gibi bazı lüzumlu gereçlerin mucidi Franklin’i ölümünden önce dünyanın başkentinde adam gibi ağırlayamadığı için üzülmekteydi Marquis de Lafayette. Ya da bir başka soylu devrimci. Sonra hepsi birden döne döne ondokuzuncu yüzyılın kuburunun içine.

Olur. Oluyor. Mesela geçen haftalarda da önemli polisiye yazarı Ahmet Ümit diyordu ki "Batı'da ciddiye alınmak, taltif edilmek ya da düpedüz tercüme edilmek için bile bir Türk yazarının kendi vatanını, milletini satması lazım." Buradan anlamalıyız ki Ahmet Ümit bırakın İngilizceyi, Slovenceye, ya da daha Batıya doğru Portekizceye bile tercüme edilme fırsatı bulmadı. Aksi takdirde, kendisini de “casus” ilan ediyor olacaktı. O sırada Büyükada’da olmadığından eminim.

Oluyor ve devam da edecek gibi. 

Bir resim geliyor bu noktada gözümün önüne. Bu insanlar, bir çift, ikisi de kendi ayrı kulvarlarında başarılı, o sırada Paris’te kısa bir tatilden yurda dönmüşlerdi, Boğaz’da bir kafede oturuluyor. “Nasıldı, eğlendiniz mi?” Daha idmanlı olanı: “Şu gürül gürül Boğaz suyunun yanında nedir ki boklu Sen!” Şüphesiz ırmaklar deniz suyundan daha pis akacaktır. Milli gurur da her zaman çok zararlı bir şey olmayabilir. Ammavelakin Ziya Gökalp’ten beri yürürlükte olan yüz küsur yıllık bir zevk/sevgi programı da otomatik olarak harekete geçtiydi burada: dışarısı mı, olabilir, sevebiliriz, sevelim, ama asla kendi yurdumuzdan, kendimizden daha fazla sevmeyelim. Tanışlarım tam ciddi miydi, yoksa benimle eğleniyorlar mıydı, o zaman da pek anlayamadım, ama orada bir çocukları vardı ve annesi şöyle dedi: “Çocuğumuza ilave ders olarak Çince aldırıyoruz.” Peki niçin? “Çünkü 21. yüzyılda ABD’nin karşısına güçlü bir devlet olarak Çin çıkacak.” Bu jeopolitik bebeğin şimdi ne yaptığını bilmiyorum. Ebeveynin de orada olduğunu sanmam. Çince çok kolay olmamalı. 

(Amerikan düşmanlığı iyidir. Üzücü olan, o yaşa kadar hiç zihnimizi ve ahlakımızı zorlamamış, hep BirGün gazetesi yazarları gibi ezberle idare etmiş olmaktır. Ve bu hayattan böyle sıkıntısızca dışarı düşmek. Ezber her zaman kötü bir şey olmak zorunda değildir; hatta keşke bu arkadaşlar kendi ezberlerine daha bağlı kalsalardı da o gazetede Enver Aysever diye bir imza görmeseydik. İnsanlar ne yaptıklarının dışardan görülmediğini sanmak isterler – oysa durum aşikârdır, ama hiç kimse önem vermez. Buna güveniriz: ne yaptığımızı kimse anlamıyor. Ama öyle değil. Görülüyoruzdur.) 

Bir başka anı da şöyle, asıl tartışmaya geçmeden önce: İki şair, iki yakın dost, biri yabancı dil biliyor, öbürü bilmiyor; bilen Yunan adalarına veya Atina’ya, Selanik’e konferansa, mülakata veya eğlenceye gidebiliyor, öbürü gitse de, çağrılsa da kendi dili içinde kilitleniyor. Sonra ikincisi gelip birincisinin casuslarla fazla içli dışlı olduğunu söyleyiveriyor. Ama bu durumda birinci ne kadar emin olabilir, kendisinin “bilinçsiz” beşinci kol olmadığından? Ya da bir “kullanışlı aptal”? Sıkıntılı konular, kurcalamak için herkesle iyi geçinmemek lazım.

Aslında “asıl tartışma” filan yok, durum son derece basit: bir sinema eleştirmeni, Cüneyt Cebenoyan adlı BirGün yazarı, Fatih Akın isimli Türk/Alman yönetmeni tipik bir Hint milliyetçisi tarzında “yumuşak casuslukla” suçladı: Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle sunuyordu Akın. Ne yapmıştı Alman/Türk yönetmen? Bence fazla şekerli bir soykırım filmi yapmıştı. Ama Cebenoyan’ın burada sakarinden ziyade filmin kendisine itirazı olacağını tahmin ediyorum, hakkında hiçbir şey söylemediğini bildiğimize göre. İşte o gazete de öyledir: hem Enver Aysever en sık yazan köşecidir, hem de kendi kendini 1970’lerde hissetmek ister.

Bu noktada Ahmet Necdet Sezer isimli skandalı hatırlamamak da kolay değil. Bence kendisi de utanmamıştır. Bu memleket bugüne kadar yaptığı en önemli geliştirmeyle (taharet musluğu) bile kayda değer görülmeyip Kürtlerden (30 bin) ve Ermenilerden (yaklaşık 1 milyon) söz edilmesini engelleyebilecek bir hariciye başarısı göstermişse, hepimizin kendi çocuklarımızı bugün bile Mülkiye’ye gönderme imkânımız bulunuyor olmalıdır. Evet, o kapıda bugün bizi ne Tanıl Bora ne de Akif Kurtuluş karşılayacak, ne teori ne şiir – ama biz biraz yana, Ulus Baker kadar yana çekilip (yana kapaklanıp) oradan içeri sevinçle giren zevatı izleyebiliriz. Celal Hocam, iyi sabahlar! Lan İlber, senin ne işin var orada?