Vicdan (III)
Erdoğan Özmen

"Nasıl yani, vicdanları sızlamıyor mu hiç?"

Aynı soru, inanamaz gözlerle ve kahredici bir çaresizlikle kaç kez geçmiştir zihnimizden kim bilir. Belki bu sefer bir ses soluk işitiriz ümidiyle kulak kesilmişizdir, kaç kez.

Öyle korkunç ve zalimce şeyler oldu ki memlekette son zamanlarda, insanın kanını donduran, soluğunu kesen öyle acılar ve vahşetler, her seferinde aynı ağır suskunluk ve aldırmazlık duvarına çarpmaktan içimiz tükendi. Masumlara, mazlumlara, yokluğun ve yoksulluğun her çeşidiyle hayatı parça parça olmuş güçsüzlere, zayıflara, dilsizlere, çocuklara yönelmiş onca merhametsizlik ve zulüm karşısında, ufacık bir itiraz, kısık bile olsa bir “hayır!” sesi için ne çok bekledik, yüreğimiz ağzımızda. Olmadı ama.

Müslüman, dindar, mümin, İslamcı, muhafazakar, dini hassasiyetlere göre bir hayat sürdüren… kendileri için hangi kimliği münasip görüyorlarsa artık; kaskatı kayıtsızlıklarını ve kalpsizliklerini hep muhafaza ettiler. Hiçbir feryadı duymaz göründüler, evlerinin perdeleri daima inik kaldı. Böyle olmayabilirdi oysa. Ya da, biz hiç hazırlıklı değildik bu kadarına. Aralarında tanıdıklarımız, bildiklerimiz, iş arkadaşlarımız, işkenceyle, yargısız infazlarla, türlü haksızlık ve eziyetlerle geçen kasvetli ve karanlık seksenli doksanlı yıllarda birlikte dertlendiğimiz, birbirimizi tanıdığımız ve merak ettiğimiz dostlarımız vardı. Onların varlığını bir güvence bellemişiz demek ki. Aynı hüsrana talim edip durduk bu yüzden. Sonra, o vicdansızlık korkunç bir yaygınlığa ulaştı. İnsanda bir cümle daha kurma isteği bırakmayan, utandırıcı ve bıktırıcı bir yaygınlığa…

Ama öte yandan bu feci çözülme ve gerilemeyi anlamadan, toplumun içine düştüğü bu zillet fazlalığıyla karşılaşmayı göze almadan şuradan şuraya bile gidemeyecek oluşumuz da apaçık ortada işte. Belki de çünkü, bize mide bulandırıcı bir zillet fazlalığı olarak görünen şey, çoktan başkalarının başlıca zevk alma biçimi olup çıkmıştır.

***

İnsanın ötekiyle bağ kurmaya ve hakikate yönelik temel yönelimi ve arayışı, en nihayetinde belki de hayatta kalmaktan ve bunu ötekilerle birlikte, müştereken paylaşılan bir zemin yaratarak gerçekleştirmekten ibarettir. Başlangıçta mutlak anlamda muhtaç ve bağımlı bir varoluşa sahipken, kapsayıcı ve aynalayıcı bir emosyonel farkındalık sayesinde ruhsal ve bedensel ihtiyaçlarımızı karşılamaya ehil ve muktedir bir nesnenin (ilk bakım veren kişiler) yokluğu, başarısızlığı ya da yetersizliği karşısında, yani parçalanma ve yok olma tehdidi söz konusuyken başvurduğumuz muhtemel strateji şu olmalı: Çocuk, karşılanmamış ve birikmiş ihtiyaçların bıraktığı tortuyla, yani yoğun çaresizlik ve yalnızlık duygusuyla (o aşamada yok olma korkusuna denk bir şeydir bu) başa çıkmanın bir yolu olarak kendi kendine yeterli, rahim benzeri bir durum fantazisine sığınır. Bu temel üzerinde gelişecek olan şey ancak sahte bir benlik olabilir. Hem gerçek bir nesneyle gerçek bir ilişkiyi hem de hakiki benlikle gerçek bir bağı engelleyen sahte benlik, bir yandan da çocuğun “kötü” ve yetersiz ebeveyni fantazisinde kurtarmak ve iyi yapmak için kendini kötü olarak konumlandırmasının ürünü olarak ortaya çıkar. Zihinsel yalan ve riyanın, hakikat arayışını/dürtüsünü sabote etmenin kurulduğu bu zemin sağlıklı bir vicdanın gelişimini imkansız kılar.

Ya da şöyle söyleyelim: Vicdanın da içinde olduğu ruhsal gerçeklik, bedenin katı gerçeklerinin özne tarafından Ötekiyle ilişki içinde imal edilen olgulara doğru bükülmesinin sonucudur. Dayanılmaz bir bedensel ızdırap (açlık, soğuk, gaz vb) içindeki çocuk feryat ederek ve mutlak çaresizlikle ötekine yöneldiğinde bekler ve umar ki uygun kelimeler ve eylemlerle ızdırabı bertaraf edilecek. Annenin aynalayıcı ve kapsayıcı tutumu hem ızdırabı hem de onun ilk ele alınışını temsil eder ve yansıtır. Bu temel etkileşim sayesinde bedensel ızdırap ruhsal bir boyut edinir. Öteki yanıt vermediğinde ise aynı bedensel ızdırap hızla ruhsal bir ızdıraba dönüşür. İlk travmatik durum tam da bu ayrılık anına, en muhtaç halimizdeyken Öteki tarafından yüz üstü bırakıldığımız ana karşılık gelir. Vicdan ve şükran hislerinin ilk nüveleri işte bu kısacık anlarda ortaya çıkar ya da çıkmaz.

Asıl, çağrımız, seslenişimiz, talebimiz karşılıksız kaldığında, hitabımız yankılanamadığında, muhatap bulamadığımızda ölür içimiz. Hüsranların en büyüğüdür bu. İnsan ancak onu düşünen hiçkimse kalmadığı zaman gerçekten ölür.

Bir de şu var o halde: Vicdan verili, biyolojik kuruluşumuzda içerilmiş ve tamamlanmış bir kendilik değildir. Her seferinde aynı geriye-dönüşlü jestle içimizdeki nüvelerini keşfetmemiz, pratik etmemiz, aktüelleştirmemiz gereken ruhsal bir potansiyeldir. Ölmüş çocuklarının yasını tutmaya bile izin verilmeyen, buna vakit bile bulamamışken, çünkü başlarına gelenin ne olduğunu henüz idrak bile edememişken, o kederli anaları meydanlarda yuhaladığımızda çoktan vicdansızlığın kör kuyusuna düşmüş oluruz.

Vicdanını o denli kaybetmek mümkünmüş demek ki. Bugünkü hayatımız sefil bir iktidar ve güç mücadelesinden ibaret hale gelmişse eğer, en temeldeki güç ve tahakküm ilişkisinin mantığını serbestleştiren iktidar arzusuyla şişmiş bir ruhumuz varsa, vicdanın pınarları kurumuş demektir. Çünkü vicdan bir mütekabiliyet ve ortaklık alanından, ötekinin –ve kendimizin- varlığını gözetme ve eşdeğer sayma kapasitesinden neşet eder. İnsan olmak böyledir işte: Hem ağır bir yük hem de eşsiz bir armağan.

***

Demek Komünist Manifesto’nun o çarpıcı ifadesini (“Avrupa’da bir heyula kol geziyor – komünizm heyulası.”) bir de bu anlamda, her birimizin üstünde kol gezen bir heyula olarak anlamalıyız. İnsanlığın kominizm fikrini/ütopyasını yaratmasının, bu olağanüstü jestin gerisinde, kendi vicdanını muhafaza etme ve gözetme kaygısı var belki de. O fikir/ideal tam ve mutlak bir eşitlik ve ortaklık arzusu/özlemi olduğu ölçüde bireysel vicdanlar için kutup yıldızıdır artık. Vicdanın koşulu, bir vicdan ölçüsü ve ayarıdır. Vicdanın çürümesine ve kararmasına, yok olmasına karşı aldığımız eşsiz önlem.

 Vicdansızlığın ve kalpsizliğin ayartısına kapılmamak için demek ki. Komünizm önümüze yansıttığımız güçlü bir ideal olarak duruyorken vicdansızlık söz konusu değildir artık. Vicdanlarımızı canlı tutan ve bizi vicdansızlıktan sakınan enerji ve çıpadır o. Mesele o idealin şimdi, burada ya da şöyle bir vadede filan gerçekleşecek olup olmaması değildir hiç. Bir ölçü, koşul ve ideal olarak ufkumuzu kat eden mevcudiyetidir, komünizmin… Öyle de söyleyebiliriz şu halde: Vicdan için yüce ve kutlu bir vesiledir komünizm.