Popülizm (VI): Kahramanlar Çağı ve Adalet
Aybars Yanık

Popülizmden laf açıldığında liderlerden söz edilmesinin nedeninin popülizm kavramının faşizmin yahut aşırı sağın yerine kullanılması olduğunu daha önce söylemiştim. Bu “kusurlu” kullanım popülizmin bir ideoloji olarak ele alındığını ele veriyordu.

Derken Jan-Werner Müller Popülizm Nedir?[1] diye bir kitap yazdı. İronik biçimde onun ilgi çekici yanı, popülizmden bahsederken, aslında tam anlamıyla popülist bir figürün niteliklerinden bahsetmesi oldu. Bunun yanında, popülizmi (elbette -dizinin ileriki yazılarında ayrıntılı olarak ele alacağım politik olanın imkânı ve mantığı olarak değil- bir ideoloji olarak ele alarak) “temsilî demokrasinin başlangıcı ile birlikte yükselişe” geçen bir “gölge” olarak ele aldı (s. 36). Buna göre popülizmin temeli seçkincilik karşıtlığı ile sınırlı değildi. Bunun yanında ve asıl önemlisi, popülizm “ahlâkileştirilmiş bir çoğulculuk karşıtlığı”ydı (s. 37). Müller, bunu kitap boyunca detaylandırır ancak temelde çoğulculuk karşıtlığını ve bunun bir uzantısı olan ahlâki bir birlik olarak homojen halk varsayımını veri alır. O halde “popülizm” diye bir şeyden bahsedeceksek, sözgelimi aşırı sağ kavramını rafa kaldırmak gerekecek. Yahut aşırı sağın çoğulculuğu tanıyan ve toplumu ahlâken “iyi”ler ve “kötü”ler olarak tanımlamayan bir varyasyonunu icat etmek zorunda kalacağız. Bu mümkün olmadığına, daha doğrusu anlamlı olmadığına göre bir tavırdan, tutumdan, belirli değerler bütününü kendinde somutlaştıran bir figürden bahsediyor olmalıyız. Bu durumda ise ne değil, kim sorusunu sormak anlamlı olur. Marco D’Eramo, New Left Review’da, Müller’in kitabı üzerine yazdığı makalede manalı olanın (herhang bir) kavramın “Ne?” olduğunu sormaktansa onun ne zaman ortaya çıktığını, anlamının nasıl değiştiğini, kimin, ne zaman ve ne için kullandığını ve ne maksatla kullanıldığını sormanın daha yararlı olacağını söyler ve Müller’in bunları sormak yerine, aksini iddia etmesine rağmen popülizmi tanımlamaya uğraşırken gözden kaçırdıklarını ortaya koyar.[2] Ben ek olarak, tekrarlamak gerekirse, Müller’in popülizmi tanımlamaya çabalarken aslında farkında olarak veya olmayarak bir “popülist” tanımladığını iddia edeceğim.

Bu durumda da bir faşist, sosyalist, sağcı, liberal ya da otoriter lideri, popülist bir liderden ayıranın ne olduğu gündeme gelecek. Müller kitabının başlarında “Şüphesiz pek çok otoriter yönetici benzer şeyler yapmaktadır. Popülistlerin farkı, kendi idarelerini halkın gerçek temsilcisi olduklarını söyleyerek meşrulaştırmalarıdır,” diyor (s. 16). Seçimlerin yapıldığı bir yerde bunu söylemeyen bir lider bulmak için epey aranmak gerekir. Le Pen de seçimler sırasında bunu söyledi, Çipras da iktidara yürürken benzer sloganları benimsedi. Fakat örneğin Çipras ile Le Pen arasında ayrımı halkın gerçek temsilcisi olup olmadıkları değil de ideolojik farklılıkları oluşturmaz mı? O halde ne popülizm ne de popülist tanımlamakla işin içinde çıkamıyoruz.

Bu bağlamda, günümüzde lider sorununu ele alacaksak, daha açıklayıcı bir “tip” olarak “adaleti tesis edecek olan (süper) kahraman”ı öneriyorum ve popülist değil, otoriter/totaliter/aşırı sağ liderleri anlamakta daha analitik bir araç olacağını iddia ediyorum. Bunun için de bu “tip”in özellikleri ile ilgili konuşmaktansa onu mümkün kılan koşulları anlamanın daha isabetli olacağı açık. Bu tipe dair iki tür meşrulaşma sürecinden söz edilebilir. Birincisi tipin kendi içsel meşrulaştırmasıdır, ki bu kendi mağdur oluşuyla toplumsal mağduriyet arasında özdeşlik kurmasını da sağlar (Trump’ı düşünelim; bundan yıllar evvel babasının kendisine yalnızca bir milyon dolar vererek iş hayatına girmesi gerektiiğini belirtmesini acıklı bir hikâye olarak anlatır ve zorlu yollardan geçtiğini ima ederek mağduriyetini kurar). İkincisi ise bir “düzensizlik”, daha doğrusu kaos/kargaşa halinden ve değerlerin yozlaşmasından devşirdiği meşruluktur, kendisini göreve çağıranın bu olduğunu düşünür. Bu iki meşruluk kaynağı, tipin ortaya çıkış koşullarını sağladığı gibi ona “her çelişkiyi ortadan kaldıracak olan ve cenneti vaat eden” bir “nihai”lik atfedilmesini de garantiler. Popüler kültür ürünleri, kahramanca görülen, yüceltilen ve alkışlanan kahraman ve anti-kahramanlarla doludur ve bu nedenle, bu ürünlerin incelenmesi açıklayıcı olacak. Batman’in ebeveynlerinin öldürülmesi ona yalnızca kendine dair değil, topluma dair de bir fikir verir; toplumsal yozlaşmayı simgeler. Gotham şehrinin yozlaşması Joker, Bane gibi karakterlerle özdeşleştirilse ve kötülük onlarla görünürleşiyor gibi görünse de, Gotham’ın yozlaştığını her iki “kötü” karakter de söyler. Mafya, rüşvet, yolsuzluk, kolluk kuvvetlerinin zaafı, insanların birbirlerine karşı kahredici derecede duyarsızlaşması -ne ironik Joker bunu kanıtlamayı delicesine arzular ve tam da bundan dolayı “bozguncu” kabul edilir-, eşitsizlik, adaletsizlik, hukuksal kurumların yetersiz kalması alıp yürümüştür. Batman’i talep edilir kılan toplumun örgütsüzlüğünün sonucu olan takatsızlıktır ki bu da bir tür “yozluk” alametidir. Bu nedenle, ancak güçlü bir figüre örtülü de olsa verilecek onay ile “yozlaşma” ortadan kaldırılabilir. Bu figür olağanüstü yetileriyle -burası önemlidir, yetilerin olağanüstü olması, problemlerin “sıradan insanlar” tarafından çözülemeyecek kadar komplike olduğunu ima eder âdeta- tüm çelişkileri ortadan kaldırarak “adaleti” tesis edecektir ve bu anlamda kurallar, ahlâki değerler, toplumsal normlar geçici yahut kalıcı devre-dışı bırakılabilir. “Düzensizlik” düzen talebini, “adaletsizlik” adalet talebini kışkırtır ve süper-kahramanın getirdiği “düzen”in yahut “adalet”in “ne”liği önemsizleşir. Süper-kahraman eksikliğin/olmayışın (eşitsizlik, adaletsizlik gibi) “gösteren”i durumundadır. Neyi, hangi yöntemlerle yaptığı değil, “toplumu” kime/neye karşı koruduğu birincil hale gelir. Ahlâki meşruluğunu da buradan tahkim eder. Burada belki de tanıdık bir paradoksla karşı karşıya kalırız. Yine, yaşlı bir adamcağızı ezilmekten kurtaran ve bu eylemi sonucunda kör olan Daredevil’a (onun içsel meşruluğu da buradan doğar; kör olması nedeniyle diğer duyu organları olağanüstü biçimde gelişir, bu yetilerle kendi içsel krizini “fırsat”a çevirir, kendi adaletsiz kaderi üzerine girdiği çıkmazı insanların “iyiliği” için didinmeyi borç bilerek çözer) yakın arkadaşının yöneltttiği soruyu hatırlayalım: “Sen bizi kötülerden koruyorsun, olur da sen yoldan çıkarsan bizi senden kim koruyacak?”

Modern demokrasinin problematiğine gelmiş bulunuyoruz.

Siyaset profesyonelleri ve entelektüellerin büyük bölümü insanları, insanların koruyucuları olarak gördüğü/görmeye mecbur kaldığı “süper kahramanların” şerrine karşı uyarmakla, “süper kahramanlara” sıfat bulmakla fazlasıyla meşgul. Kıyamet gününü bekler bir sinizmle, insanlardan modern demokrasinin problematiğine sadık kalarak “kahramanları” ile aralarına mesafe koymasını bekliyorlar.

Trajik bir biçimde, yozlaşmaya neden olanlar, yozlaşmanın sonuçlarına karşı, yozlaşmadan en çok hasar görmüş olanları ikaz ediyor. Günümüzde demokrasinin gündemi “Batman”in maceralarını seyretmeye kilitlenmiş durumda.



[1] Jan-Werner Müller, Popülizm Nedir?, İletişim, İstanbul, 2017.

[2] Marco D’Eramo, “They, The People”, New Left Review, sayı 103, Ocak-Şubat 2017, s. 134.