Kazuo Ishiguro ve Never Let me Go
Barış Özkul

Kazuo Ishiguro’yu yıllar önce İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi bölümünde bir ders kapsamında okumuş, sevgili hocam Esra Melikoğlu sayesinde tanımıştım. Nobel almış olması beni şaşırtmadı. Edebiyatın gündemine önemli bir ontolojik sorunsal sokmaya çalışan, filozofmeşrep bir romancı Ishiguro. Bu sorunsalı en açık şekliyle Never Let me Go’da (Beni Asla Bırakma) görürüz. 

Never Let me Go, ilk bakışta, 20. yüzyılın ünlü distopyaları ile bazı benzerlikler taşır. Cesur Yeni Dünya, 1984 gibi totalitarizm eleştirilerine koşut bir olay örgüsüne sahiptir. Hailsham adındaki bir okula kapatılmış olan bir grup çocuğun hikâyesi konu edilir. Ancak Never Let me Go’nun öbür distopyalardan temel bir farkı vardır: Anlatıcı bir klondur. 

Hailsham'de donör ve bakıcı olmak üzere yetiştirilen klonlar otuzlu yaşların başında modern tıbbın insafına terk edilirler. Klonların da bir ruhu olabileceğini kanıtlamak üzere kurulan eğitim sistemi sanatla uğraşan, resim yapan, müzik dinleyen klonları belli bir ruhsal olgunluğa eriştirdikten sonra organlarını bağışlayıp ölmeye mecbur bırakır.

Sham, İngilizce’de kandırmak-aldatmak-sahtelik gibi anlamlara gelir ve Hailsham'deki klonlara sanatla uğraşıp bir sanatçı hafızası ve duyarlığı kazandıktan sonra ölüm reva görülmüştür. Nazi Kampları’na kapatılan binlerce insanın da sanatla uğraştıklarını biliyoruz. Buradan bakınca, Never Let me Go’daki okulun adı Hail Sham değil Heil Sham! de olabilirdi.

Ishiguro romanda yalnız Nazi kampları ve başka kapatma deneyimlerine değil İngiliz edebiyatına, örneğin Dickens’a da göndermeler yapıyor. "Hailsham" aynı zamanda Büyük Umutlar’daki Miss Havisham’i, onun kasvetli ve uğursuz konağını çağrıştırıyor. 

Joyce ve Sanatçının bir Genç Adam olarak Portresi de romandaki göndermelerden biri. Okulda onlara verilen eğitimde bir sahtelik olduğunu, ölmek üzere yetiştirildiklerini anlayan Tommy'nin sorulara doğru cevaplar vermeyi, ondan istenen sanat yapıtlarını yapmayı reddetmesi Sanatçının Bir Genç Adam olarak Portresi’nde Stephen’ın şiir yazmak istese de yazamadığı ve otoriteye sürekli başkaldırdığı Clongowes günlerini akla getiriyor.

Frankenstein da bir başka metinsel gönderme. Kendi eşini bulmak üzere okuldan kaçıp sokaklarda dolaşan Ruth, kimseyi bulamayınca şöyle lanet ediyor:

“Çer çöpten, süprüntüden yapıldık. Eroinmanlar, fahişeler, ayyaşlar, evsizler, belki de mahkûmlardan imal edildik. Kendi eşini bulmak isteyenler en diplere, çöp kutularına baksın.” 

Mary Shelley’nin Doktor Frankenstein'ı da meşhur canavarını kimsesizler mezarlığından aşırdığı ceset parçaları ve uzuvlardan "imal eder".

***

Klonların kaldığı Hailsham; totaliter rejimlerin amaçlarına uygun bir fiziksel tasarıma sahiptir: Çocuklar altı kişilik odalarda kalırlar; uyku saatleri dışında kapılarını kapatmaları yasaktır, daima ya göz ya kulak hapsindedirler: Bireyselleşmeyi durdurmaya yönelik önlemler. 

Ne var ki sanatla haşır neşir olan çocuk, bireyselleşmenin yollarını kendiliğinden keşfedecektir. 

Never Let me Go'da klonların sanatla haşır neşir olması (yaratıcılık vasfı edinmesi) Romantik Çağ’ın özgün-kopya ayrımının ortadan kalktığı yeni bir duruma işaret etmekte. Roman buradan okunduğunda oldukça özgün bir sanat tartışmasına kapı aralayabilir ama bu yazının sonunda başta sözünü ettiğim Ishiguro'nun ontolojik sorunsalına döneyim.  

İnsanlık şimdiye dek doğadan kendi amaçları doğrultusunda ve genellikle ona büyük zararlar vererek yararlanırken vicdan azabı duymasını önleyen bir türsel ayrıma bel bağlamıştır: Doğadaki varlıklardan, örneğin hayvandan türsel bakımdan farklı ve üstün bir yaratık olduğuna inanıyordu. Aydınlanma sonrasının belirleyici ethosu budur. Ne var ki klonlama faaliyeti somut bir gerçek haline geldiğinde, bu ethos temelden sarsılabilir ve kendine tıpatıp benzeyen, onunla neredeyse özdeş olan klonlar karşısında insan şimdiye kadar hep başka türlere yönelttiği şiddeti artık kendi ayna imgesine, kendi türüne yöneltmek zorunda kalabilir.

Bir başka seçenek ise hayvanları, doğayı ya da klonları hedef alması fark etmeksizin şiddetin tümüyle ortadan kalktığı bir varlık düzeninin kurulmasıdır. Ishiguro’nun ontolojik sorunsalı işte budur.