Hücredeki Adam
Tanıl Bora

Selahattin Demirtaş, geçen sene Kasım başında hapsedilmişti. Önümüzdeki hafta sonunda bir yılı doluyor. 2015’te yapılan iki genel seçimin ilkinde 6 milyonun, ikincisinde 5 milyonun üzerinde oy alan bir partinin genel başkanından, 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçiminde 4 milyona yakın oy alan bir politikacıdan söz ediyoruz. 

***

Demirtaş, yaklaşık bir ay önce bir hikâye kitabı yayımladı. Onu politikacı sıfatıyla sıra dışı kılan bir “şey” daha oldu bu. Ali Topuz, yazarlığını hapishanede sürdürenlere değinmişti (link). Topuz’un yanısıra Şeyhmus Diken de, akla gelen tek edebiyatçı-siyasetçi olarak Bülent Ecevit’i hatırladılar (link). Hasan Âli Yücel’in –“iddialı” olmamakla beraber- şiir yazdığını unutmamalı. Bir de Samet Ağaoğlu vardır. Demokrat Parti’nin önde gelen simalarından olan, uzun süre bakanlık yapan, 27 Mayıs’tan sonra hapis de yatan Ağaoğlu, aynı zamanda hikâyeciydi. Altı hikâye kitabı vardır (Yapı Kredi Yayınları tarafından Bütün Hikâyeleri adıyla toplanmıştır).

Samet Ağaoğlu’nun ilk hikâye kitaplarından birine yazdığı önsözde, “kişinin ve cemiyetin her çeşit hareketinde en önemli etkinin, kişinin kendisiyle dostluk veya çekişmesinden doğduğuna inanıyorum,”[1]  diyordu. Bu kitap, 1963’te yazdığı, adlî bir mahkûmu anlattığı hikâyesinin adını taşır: Hücredeki Adam

***

Demirtaş’ın hikâyeleri hakkında da yazanlar oldu. Ben sadece bir yönü üzerinde duracağım. En önemli yönü olması gerekmez – yönlerden bir yön, diyelim. Hatta ara yön. Kendine “takılabilme” kabiliyeti.

Demirtaş’ın mizah kabiliyeti üzerinde de birçokları durdu. Onun politik açıklamalarında, sosyal medya açıklamalarında da her zaman mizah vardı. Hâlâ bile var! Kendisi, hikâyelerindeki mizahı şöyle açıklıyor: 

“Beni ve arkadaşlarımı tutuklatarak temsil ettiğimiz milyonları kedere boğmayı hedefleyenlerin bu ucuz amaçlarını da boşa çıkarmak adına, umudu ve cesareti büyütmeye çalıştım. Bunun için de, mizahı ve ironiyi özellikle kullandım. (…) Düşünsel ve zihinsel kontrolümüzü kaybetmeden, inandığımız bütün değerleri yüceltmeye çalışıyoruz. İlkelerimiz uğruna direnmek bize güç ve moral veriyor, neşemizin kaynağı budur. Bunu dışarı yansıtıp dışarıdan da moral ve güç alıyoruz.”[2] 

Demirtaş’ın mizahını güçlü ve sıcak kılan, sadece zekâ, hazırcevaplık, üslûp vs. kuvveti değil; politik tecrübenin zahmeti içinde, acı, baskı ve eziyetin ortasında yine de sebatkâr ve metin kalabilmekten doğması. 19./20. Yüzyıl dönümünde yaşayan yazar Otto Julius Bierbaum’ü atfedilen bir söz var: “Mizah, her şeye rağmen gülmektir,” veya, “yine de gülebilmek…” Demirtaş’ın mizah kuvveti, bu sözün hikmetini teyit ediyor.

***
Mizahı incelten “her şeye rağmen” sebatkârlığının en hassas tartısı, kendine takılabilmek, kendine mizahla bakabilmektir. Özeleştiri kabiliyetini, üstelik duyguyu da ihmal etmeyen bir özeleştiriyi gerektirir. Sadece fikrine ve yapıp ettiklerine değil, dışarıdan nasıl göründüğüne de bakan, kendi hissiyatına da bakan bir özeleştirel açıklığı gerektirir.

***

Selahattin Demirtaş’ın, Temmuz sonunda, “barış sürecini başaramamak”la ilgili, “her kavramın önüne ‘demokratik’ yazarak demokrat olunamayacağı” ile ilgili özeleştiri gereğinden söz etmesi önemliydi. 2015 Haziran seçimlerinden sonra barış sürecini yerle yeksan eden “süreç”te HDP’nin payıyla ilgili özeleştirel değerlendirmeleri de önemliydi. Bunun yeterliliği ve daha fazlasının mümkünlüğü hakkındaki tartışmalar sürebilir, sürmelidir, sürebilse… fakat olduğu kadarının bile, memleketin politik kültüründeki özeleştiri ortalamasının bir hayli üzerinde olduğunu teslim etmemek hakkaniyete sığmaz.

***

Neyse, ben burada “büyük” özeleştiriden değil, daha küçük bir şeyden söz ediyorum: Demirtaş’ın hikâyelerindeki iki küçük “kendine takılma” anından. “Minör politika”nın kıymetini bilenler için…

Bu iki andan birincisi, “Bildiğiniz gibi değil” adlı hikâyededir. Anlatıcı, bir kadına olan gıyabî aşkını hayalinde ballandırırken, sırasıyla kendini jiletleten türden“psikopat” bir aşkı, bohem bir aşkı, sentimental-romantik bir aşkı kurgular. Bir de, devrimci aşkı… Onu anlattığı bölümü okuyalım:

“Emeğin ve alınterinin kutsal temelleri üzerinde yükselsin istersen sevdamız, eylemden eyleme koşarken birbirine karışsın ter kokularımız. Kavgaya olan bağlılığız arttıkça büyüsün tutkularımız. Devrimin şanlı yolunda el ele yürürken her gün yeniden keşfedelim birbirimizi. İşkenceli sorgularda sınanıp çifte su verilmiş çeliğe dönsün aşkımız. Ezilenlerden yana kurulacak bir dünyada bizim de harcımız olsun. Sevgiyi emekle, özgürlüğü direnmekle var edelim. Cesaret ve fedakarlık, yasadışı hayatımızın tek yasası olsun. Sonra bir gün sen işkencede çözül ve gizlendiğim evin adresini ver. Bir sabah, daha güneş şavkını vurmadan anlımdaki yıldıza, evi basıp vursunlar beni alnımdan.”[3]   

Usta bir parodi, bu. Cesur bir parodi üstelik. Pekâlâ önem verdiği değerleri, absürd’ün kısık ateşinde gezdirmeyi göze alıyor çünkü. Pekâlâ kendisinin de konuşmalarında dillendirebildiği imgelerin, hamaset içinde kitschleşme istidadına takılmayı göze alıyor. 

İkinci örnek, “Cezaevi mektup okuma komisyonuna mektup”tan... “Sevgili Komisyon!” hitabıyla başlayan, “Yahu Allahaşkına arkadaşlar, siz nasıl bir meslek seçmişsiniz kendinize?” diye devam eden bu metin, zaten son derece zeki bir hicviye olarak, devamındaki içli hatırayla birlikte, kitabın en güçlü metinlerindendir. Bu metnin içinde bir yerde, “İlkokulda küçük çaplı, belalı bir ‘çetenin’ başkanı gibi bir şeydim,” diye anlatırken, parantez içinde şunu ekliyor Demirtaş: “o tarihte henüz eşbaşkanlık yoktu.”[4]  Temsil ettiği hareketin çok önem verdiği bir statüyü bir lâhza komikleştiriyor burada da. Politik açıdan kurucu değer atfettiğini bildiğimiz bu statünün, -her statü gibi-, statikleşmesinin nasıl çocukça olabileceğini hatırlatarak göz kırpıyor.

Bu iki basit, iki küçük örnek, usulca, büyük bir güce işaret ediyor: İçkinleşmiş bir özeleştirel tutuma. Kendine takılabilmeyi göze alan derin bir öz değer duygusuna. Bu güç, bu öz değer hissi, demokratik bir toplumsal kültür inşası için mayadır. Sinizmin -genellikle de yakınındakilere yönelen- kıyıcı ironisinden o kadar farklıdır ki bu… Çünkü kuruculuğa, yapıcılığa yatkındır. Tebessümü, acı da olsa, acılaşmaz; açığını gördüğüne şefkatlidir.

NOT

Geçen hafta bir “gizli soruşturma” çerçevesinde gözaltına alınan Osman Kavala, beyanlarıyla, demeçleriyle bilinen biri değil. Onun özverisiyle, içtenliğiyle, nezaketiyle beraber özeleştiriye ve bu arada kendine/kendimize takılabilmeye olan kabiliyetini, emek verdiği demokratik sivil toplum faaliyetlerinden kendisini tanıyanlar iyi bilirler. O, bu kabiliyetin, hayatın her alanına yayılan bir demokratikleşme uğraşındaki kurucu değerini şahıslaştırarak gösterenlerdendir…


[1] Samet Ağaoğlu: Bütün Hikâyeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2003, s. 346.

[2] Nazan Özcan’ın söyleşisinden, Cumhuriyet, 10 Ekim 2017.

[3] Selahattin Demirtaş: Seher. Dipnot Yayınları, Ankara 2017, s. 54.

[4] A.g.k., s. 71.