İsmail Soytemiz
Tanıl Bora

1990’ların ilk yarısında Birikim dergisini okuyanlar, onun imzasını hatırlayabilirler. Bir de, yine aynı dönemde, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin Türkiye’yle ilgili 7. cildiyle eski çağlarla ilgili 8. cildinde onun yazılarına rastlanır: Tevrat üzerine, ilkel Hıristiyanlık üzerine, bol bol da Fransız devrimi üzerine, çarpıcı denemeler... Birikim yazılarının başlıkları, sıra dışıdır: “Sol kasideye reddiye”, “Şimdi kraldan daha çıplak antinoma”, “Tanrıyı inkâr edenlerin eleştirisi”, “Türkler gelecek”, “Partisizler için öykü”… Yazıların kendisi de sıra dışı bir zihinle buluşturur okuru. Standart dışı okumalara dayanır, sapa kaynaklara gider, birbirine sağır metinler arasında çapraz bağlar kurar, arada da gündelik ve “yerli” hayat bilgisiyle. Kendine özgü bir dille konuşan, kendi lâfını söyleyen yazılardır bunlar. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin 8. cildindeki “Tarih yeniden yazılabilir” başlıklı yazısındaki deyişiyle: “Sol yazının alışılagelmiş ettirgen ya da buyrukçu cümle yapıları dışında… bir olanağa işaret eden” yazılar…

Birikim’in Ağustos 1991 tarihli 28. sayısında yer alan, “Eğer tarih yapacaksak” başlıklı yazısından şu güçlü pasajları aktarayım, örneğin: 

“Üzerinde doğduğumuz dünya henüz insanların doğal dünyası değildir. Onun bir yerinde, bir devletin tebası olarak, bir dünyanın değil bir devletin insanı olarak varlık buluyoruz.” “Gelenekten kimlik devşirmenin ve geleneksel kimlikleri dokunulmaz bir aidiyet çerçevesi olarak belirleyen bir kimlik edinmenin en acı yanı, bugüne etki gücünü dünün ‘yetki’leri içinde yitirmiş olmanın ve kişilik yitiminin, bu denli açık sergilenebilmesidir. Oysa yaşayan insan için, ‘bugün’den daha olağanüstü bir çağ, tarihin bilinen ve bilinmeyen hiçbir döneminde yaşanmamıştır. Eğer tarih yapacaksak, hiç kimse sınırlanmış kimliklerin kabuğuna artık sığamaz...”

Veya, Sivas katliamından sonra, orada yakılanlardan Uğur Kaynar’a ithaf ettiği yazısından bir bölüm (sayı 51, Temmuz 1993): 

“Yarattığı sonuçların büyüklüğü karşısında kendini değil, büyük bir alçakgönüllülükle hiçliğini gören insanın, ya da hiçliğini ‘tanrı’ sayanların, bu konuma bile direnişini kanıtlayan içsel öfkesi bilinçaltında birikir ve sebeplerini varlık temeli sayan insan, bu kez sebeplerini varlığın emrine koşar. Böyle bir mantığın içinde artık o, tanrının mümini değil, tanrı onun isteklerinin, politikasının, eyleminin, cürümünün, yaptığı ve yapacağı her şeyin sanki emireridir. Böyle bir ‘mümin’e tanrı olunmaz ve böyle bir ‘mümin’in tanrısı olmaz.” Ve o yazının bitişindeki, bir tür ‘dinsel’ hava taşıyan, muazzam bir güven ve iyimserlikle söylenmiş sözler: “Bunların yarattığı cehennem tanrının cehennemi değildir. Düzeltmek bize düşer. Yaşadığımız dünyada ve ülkemizde cenneti yaratmak bize düşer. Bu insan işidir.”

***

İsmail Soytemiz’in yazı macerası, o dönemle, 1990’ların ilk yarısıyla sınırlı kaldı. Kabiliyetli olduğu birçok şeyi –örgütleyicilik (“örgütçü”den biraz başka bir şey), hukuk, ticaret, hatta resim, daha neler neler…–, bıraktığı gibi, bunu da bıraktı. Yazılarında nasıl açılmış yolları boşverip kendi patikasını aça aça gidiyorsa aklı, hayatında da öyle yaptı. 12 Eylül öncesinde devrimci hareket içindeki faaliyetinden tanıyanlar, yazılarından tanıyanlar, iş hayatından tanıyanlar, arkadaşlığından sohbetten tanıyanlar, onu hep öyle bildiler.

Ahmet Oktay’ın, “tutunamayan değil tutunmayan” diye andığı bir sevgili arkadaşı hakkında söyledikleri geliyor aklıma: “Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi de her şey olarak yaşadı…” 

***

Aktardığım yazılarda da kendisini gösteren muazzam bir güven duygusuyla ve ondan aldığı meşruiyetle, “dünya”ya meydan okudu. 

Onun yaptığı gibi mütebessim ve sükûnetle, naiflikle yapılan şeye “meydan okuma” denebilir mi? Türkiye’den sıradan bir yurttaş olarak (her zaman en ciddiye aldığı “kimlik” buydu galiba zaten: kâmil manasıyla yurttaşlık) Texas Valisi’ne fax yollayıp, gazetede o hafta gerçekleşeceğini okuduğu bir idamın infazından, –kim olduğunu hiç bilmediği bir “adlî”nin infazından– vazgeçmesini gayet iyi ifade edilmiş hukukî ve ahlâkî mülahazalarla talep etmesi mesela, bir meydan okuma mıdır? Ya da, I. Bush’un Irak işgali sırasında, “uzmanların” şehvetle harp darp muhabbeti yaptığı bir televizyon kanalına, bu harpperestliğiyle alay etmek için, kargoyla bir oyuncak asker seti göndermesine ne demeli? 

Bunları, böyle şeyleri ‘kendi kendine’ yapıyordu. Seyircisi yoktu. Yapılması gerektiğini düşündüğü için yapıyordu. Haklı ve meşru gördüğü için yapıyordu. Etkisi-etkisizliği, nasıl karşılanacağı, neye yarayacağı, onu ilgilendiren bir şey değildi. Evet, bu bir meydan okumaydı. Gururlu bir naiflik. Gösterişsiz bir çılgınlıkla “normalliğe” meydan okuma. Tam anlamıyla Stoik bir güven, cesaret ve iyimserlik. 

***

İsmail Soytemiz’i geçen hafta 61 yaşında kaybettik. Hem her zaman dünya çapında düşündü ve bütün “dünya”ya konuştu, hem sanki “dünya”nın dışındaydı. Tanıyanların dünyasında, silinmeyecek bir iz bıraktı.