İYİ Milliyetçilik
Polat S. Alpman

Sonda söylenmesi gerekeni başta ifade edelim: Milliyetçiler, milliyetçiliklerinin birlikte yaşadıkları yurttaşlara ne teklif ettiği hususunda yeni bir vizyona ihtiyaç duymuyor; eski sorunları eski sözlerle geçiştirmeyi ise milliyetçilikten sayıyorlar. Haliyle Türkiye’deki süreğen sorunlara kalıcı çözümler bulabilmek gibi gerçekçi bir arayış içerisinde olmak yerine idare-i maslahat ile işgörmeyi siyaset olarak sunuyorlar. Ancak kabul etmek gerekir ki, Türkiye gibi milliyetçiliğin her zaman işe yaradığı, her fenalığın üstünü örtmeyi kolaylaştırdığı, her kapıyı açtıran maymuncuk, her derde deva muskalardan biri olduğu; hülasa her alanda çok güçlü olduğu bir ülkede, milliyetçilik, belki de milliyetçiler- değişmeden felaha erişmek umulduğu kadar kolay olmayacak.

Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar dikkate alındığında, İYİ Parti’nin kurulabilmiş olmasını başlı başına bir başarı kabul edenler olmasında şaşılacak bir şey yok. Ancak yine de böyle bir dönemde bir partinin hangi dertlerle kurulduğunu anlamak özel bir önem taşıyor. Bu nedenle yeni olduğu iddia edilen bir partinin programına bakmak, aynı zamanda neye ihtiyacımız olduğunu da anlamanın bir yolu olarak kabul edilebilir.

Elbette, Türkiye gibi ülkelerde partilerin programı ile politikaları arasında anlamlı bir uyum beklemek gerçekçi bir beklenti olmaz. Özellikle demokratik rejimi ve teamülleri, siyasal alanda işgörmenin meşru tek yolu olarak değil, iktidarı ele geçirmek için kitleleri seferber etmenin aracı olarak gören anlayışların, parti halinde tecessüm etmelerinin bir sonucu olan programları ile iktidarı ele geçirdikten sonra icra ettikleri politikaları arasında kapatılamaz bir boşluk bulunur. Bu duruma ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullara rağmen partilerin tüzükleri ve programları, söz konusu partiyle ilgili bir fikir vermesi bakımından işe yarar.

İYİ Parti’nin kurulmasıyla birlikte birçok kişinin aklına gelen sorulardan biri bu partinin Türkiye’ye vaat ettiği şeylerin ne olduğuydu. AKP’den farklı olarak nasıl bir ülke bir hayal ettiği ve neleri başarmayı hedeflediği sorusu, Türkiye siyaseti için lüks kabul edilse de, özellikle oy verdiği partilerden yorulmuş seçmenler için bu merakın bir heyecana neden olması muhtemeldi.

Bu kadar hızlı akan bir gündem ve kaskatı hale gelmiş siyasal alan içerisinde toplumsal gerilimleri yumuşatabilecek ve dahası Türkiye’ye yeniden ve basiretli bir istikamet, makul bir gelecek projeksiyonu teklif edip edemeyeceği, hem muhafazakar hem de seküler Türk sağı için, oldukça önem verilen konular arasındaydı. Parti’nin kurulma aşamasından kurulmasına ve sonrasına kadar geçen sürede şu ana kadar görülen husus; kötü ve yıkıcı neo-liberalizm ve onun tamamlayıcısı olan banal milliyetçilik arasında sıkışan ve kendisi dışındaki sağ partilerden sahici anlamda farklı bir şeyler söyleyemeyen bir partinin daha kurulmuş olmasıydı. Bu durum sadece MHP’nin yaşadığı bir kriz olarak değil, bir bütün olarak Türk sağının yaşamakta olduğu krizin geldiği aşamayı göstermektedir.

Burada ifade edilmesi gereken ilk husus, Türkiye’de %5’in üzerinde oy potansiyeli olan bütün partilerin programlarında kullandıkları dilin genellikle ekonomik liberalizmin sesine denk düşmesidir. AKP, CHP, HDP, MHP ve şimdi de bir diğer sağ parti olan İYİ Parti de bu geleneğe uygun davrandı. Bunun dışında kalan ve liberalizme yüz vermeyen partiler ise zaten %1 gibi bir oy oranına dahi erişemiyor. Yani halkımız komünistlere sandıkta pek oy vermiyor! Halkımız sadece komünist partilere değil, adının hakkını veren programa sahip olan Liberal Parti’ye de oy vermiyor. Elbette bu durumun partilerin ekonomi politikaları ya da parti programlarıyla ilgisi olmadığını söylemeye gerek yok, yine de sonuç bu.

Öyleyse İYİ Parti ile Meclis’teki diğer partilerin ekonomiye bakış açıları arasında anlamlı bir fark olmadığı ifade edilebilir. Buna göre geriye sosyal, siyasal ve sivil haklar ile ilgili politikalar kalıyor.

Sosyal, siyasal ve sivil haklar konusundaki politikalar hakkında AKP’nin icraatlarının toplumda yarılmalara neden olduğu ve toplumsal kutuplaşmayı siyasetin olağan normuna dönüştürdüğü konusunda birçok eleştiri dile getirildi, getiriliyor. Türkiye gibi köklü eşitsizliklerin olduğu ve çok kimlikli bir memlekette telafisi çok kolay olmayacak bu tür politikalara ek olarak, başta eğitim ve hukuk, medya ve din olmak üzere birçok toplumsal kurumun aşırı politikleştirildiği, iktidar partisinin birer propaganda aygıtı haline getirildiği, özerkliklerini yitirdiği ve işlevsizleştikleri yönündeki eleştiriler ise toplumun önemli bir kesiminin ortak kanaati; ki buna AKP’ye oy veren seçmenlerin de önemli bir kesimi dâhil. Buna rağmen sosyal, siyasal ve sivil haklar konusundaki politikalar hakkında eleştiriye konu edilen AKP’nin gerisine düşen bir vizyon ile yeni bir parti kurmanın, demokrasiyi kurumsal bir mesele olarak ele almak yerine ona milliyetçiliği taşıttırmanın bu yüzyılda da işe yarayacağından hareket eden siyasal perspektifin en başarılı örneğinin AKP olduğunu hatırlamak gerek.

Bu nedenle Türkiye’de yaşanmakta olanın, -milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılık gibi kümelerle sınırlı olmayan- sağ siyasetin bütününü kuşatan bir kriz olduğunu ifade etmek gerek. Bu kriz rekabetçi otoriterlikten 16 Nisan Referandumu ile birlikte totalitarizme doğru geçen yönetme biçimi ile kendini derinleştirmeye devam edecek gibi görünüyor. Bu kriz derinleşirken sosyal, siyasal ve sivil haklar ile ilgili tartışmaların yoğunlaşması kaçınılmaz. İYİ Parti ve benzer sağ partilerin, Türkiye’nin gerçek sorunlarıyla ilgili –özellikle artık yadsınamaz hale gelen ve bölgesel bir mesele olarak ortada duran Kürt meselesiyle ilgili– kaçamak, dolambaçlı, ürkek ve çoğunlukla hiçbir şey söylemeyen programlar ile siyaset yapacaklarını öne sürmeleri AKP’ye geniş bir söylem alanı açmakla kalmıyor, muhafazakar, milliyetçi ve İslamcı motiflerin hepsini birden ve oldukça faydacı bir biçimde kullanan AKP’nin gerçekçi ve iş yapabilecek tek makul alternatif olarak ön plana çıkmasını sağlıyor.

Türkiye’deki milliyetçilik, bütün yaşananlara ve en ilginç örnekleri AKP döneminde yaşanmış onca deneyime rağmen, Kürt meselesiyle ilgili Türkiye’de yaşayan Kürtleri ve Kürt olmayanları yurttaşları kapsayacak ve onları kalıcı bir ortaklığa ikna edebilecek bir vizyon ortaya koyamayacağına göre “sorunların anası” ortada durmaya devam edecek. Dolayısıyla geriye kalan şey kuru bir iktidar mücadelesinden fazla bir şey değil. Kürt meselesi bir örnek, önemli bir örnek. Buna eklenebilecek onlarca örnek de verilebilir ve hemen hepsinde milliyetçiliğin krizinin devam ettiği öne sürülebilir. Belli ki, süregitmekte olan olağanüstü hal rejiminin neden olduğu toplumsal hasarlarını ortadan kaldırmayı hedeflemek yerine yetkileri ele geçirmeyi, bu yetkilerle topluma hükmetmeyi hedefleyen bir politik mücadele sürmeye devam edecek. Böylesi mücadelelerin kaybeden tarafı her zaman geniş kesimler olacağı için kazananın kim olduğunun çok fazla bir önemi yok.