Orhan Veli ya da Enkazda Elmas Tozları (III)
Derviş Aydın Akkoç
Deli eder insanı bu dünya;
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç
(Orhan Veli)

Nâzım Hikmet’in Orhan Veli’ye yönelik sert eleştirileri zamanla yumuşar. Bir tür iktidar konumuna yerleşerek, “şekil” açısından “yobaz”, “muhteva” açısından “sağda” gördüğü Orhan Veli şiirini, Veli’nin 1945’te yayımlanan Vazgeçemediğim adlı kitabından sonra az da olsa sevmeye başlamıştır. Daha evvel “oğlum olsa onu evlatlıktan redderdim” dediği Orhan Veli’ye yine bir baba pozisyonundan ama bu kez daha müşfik, daha yapıcı bir sesle seslenir:   

“Geçen gün elime Orhan Veli’nin Vazgeçemediğim kitabı geçti. Eğlendim… Şehir esnafı ağzıyla, şehir külhanbeyi edasıyla şarkılar söylüyor… Kendilerine has minicik tatlı hüzünleri de yok değil (…) Oğlan için şiir, sanat bir çeşit marifet göstermek, hoşça vakit geçirmek, tatlı bir keder vermek, zeki bir gülümsemeye sebep olmak vasıtası. Hoşa gidiyor (…) Ah şu, gerçekten istidatlı delikanlılarla şöyle bir saatlik baş başa verip konuşabilseydim. Kabiliyetlerini, zekâlarını, nasıl yaramaz ve müsrif çocuklar gibi avuç avuç harcadıklarını, şeytan uçurtmaları yapmakla vakit geçirdiklerini söyleyebilseydim.”[1]

Nâzım Hikmet aslında yaramaz çocuğun şiirlerinden hoşlanıyor, “minicik tatlı hüzünler” duyabiliyordur. Ortada işlenmesi, daha verimli hale getirilmesi istenen bir cevher vardır; ama “oğlan” bu cevheri geliştirmektense “şehir esnafı ağzıyla şarkılar söylüyor”, demek şiir ve şarkı arasında kalıyor, “tatlı keder”ler gibi yüzeysel duygularla oyalanıyor, “zeki gülümsemeler” yaratmakla uğraşıyor, yeteneğini çarçur ediyordur. Olumlu içerikleriyle tatlı hüzünler yahut kederler: her durumda “yaramaz ve müsrif bir çocuktur” Orhan Veli. Fakat yetenek ve zekâ sahibi bir çocuktur. Burası önemli: baba çocuktaki istidadın ve zekânın farkındadır. Görmüştür. Buradan bakınca Ahmed Arif’in ve sair pek çok şair ve eleştirmenin “gerçek şiirle” bağdaştıramadığı “ucuz espri” eleştirisi Nâzım Hikmet için pek geçerli değil gibi: “Zeki gülümseme.” Şiirde “ucuz espri” genelde zekâdan yana fukaralığın ifadesidir. Orhan Veli her ne kadar şakayı sevse, bazı bunu abartsa da espriyi daima ince ve kıvrımlı bir zekâyla birleştirmiş; şiirde kelime ya da anlam oyunlarına prim vermemiştir. 

***

Ahmet Hamdi Tanpınar 1959 tarihli bir yazısında, Orhan Veli şiirinin “şaka tarafını” bir tür zaaf olarak değerlendirir zira bu şakacı taraf bazen okurun hayretini istismar eder. Tanpınar, Nâzım’ın işaret ettiği “tatlı hüznü” duyarak, Veli’nin “şehir çocuğu” yanını da hesaba katarak, kimi şiirlerini “asıl şiir” katında değerlendirir ama:

“Orhan Veli’nin son şiirlerinden biri olan, çok dokunaklı ‘İstanbul Türküsü’ için yapılacak en ciddi tenkid, fazla şakada kalması, okuyucunun hayretini fazla istismar eden bir safderunluğu hemen tek vasıta gibi kullanmasıdır. Bununla beraber Orhan Veli, sadece bu şiirle kalmamış, ‘İstanbul’u Dinliyorum’ gibi manzumelerinde ve daha doğrudan doğruya konuştuğu birkaç şiirde içten gelen türküyü hiçbir muakalenin bozmadığı asıl şiire varabilmiştir. Şurasını da söyleyelim ki, Orhan daima zevkli kalmış, hatta cü’retlerine bir çeşit çocuk saflığı katmasını bilmiştir. İkinci Dünya Harbi’nin facialarına ilk şiirlerinde büyük yer veren ve bazı şiirlerinden hakiki ressam gözüyle doğmuş olduğu anlaşılan Oktay Rifat’la Melih Cevdet’te de aynı özelliklere rastlanır. Şu farkla ki, Orhan’da alay ile karışık olan hiciv (Orhan daima şehir çocuğudur) bu iki şairde daha keskin ve realizm daha kuvvetlidir.”[2]

Tanpınar da, aslında Orhan Veli şiirini başlangıçta şiirden saymayanlar arasındadır. Ama Nâzım Hikmet’ten daha başka bir koordinatta yer alır. “Genç şairlerin” yeni ifade yolları aramalarını anlayışla karşılar, bunu ideolojik bir sapma olarak görmez; Orhan Veli’nin “tahammülü” zorlasa da kendine has bir zevki vardır. Cüret ettiği şeye, eski şiiri yıkma teşebbüsüne, “çocuk saflığını” katabilmiştir. Ne var ki, Tanpınar’a göre, birkaç istisnası dışında, Orhan Veli’nin yazdıkları “şiirsiz şiire,” “edebiyatsız edebiyata,” bir başka ifadeyle, konuşma diliyle “söz sanatı” olarak şiirin birbirlerinden ayrıldığı, imajdan yana sınırlı, “kelime hazinesi dar” ve bu nedenle “şoför konuşması işaretlerinin” ötesine geçemeyen bir şiire tekabül eder. Tanpınar nezdinde “mükemmel” şiirde “ahenk,” “ritim,” “müzikalite,” “ölçü” vb. olmazsa olmazdır; bu itibarla, mükemmelliğe ulaşmış bir şiir “köklü” şiirdir ancak.[3] Orhan Veli gözü kara cüretiyle köklü şiirden uzaklaşıyordur ama yine de Tanpınar’ın ilgisine ve sevgisine mazhar olur. Daha 1940’da Tasvir-i Efkâr’da gençlere duyduğu sevgiyi, şiirden uzaklaştıkları hükmünü elde bir varsayarak, açıkça ifade etmiştir:

“Gençleri seviyorum. Onlarla vakıa şiirin cevherinde anlaşamıyorum. Fakat sanatı ne olsa ciddiye almalarını, yeni bir ifade tarzı aramalarını, keskin ve tahammülü dar zevklerini –bittabi hepsinde değil- daha evvel söylenmiş olanlardan nefretlerini seviyorum. Fakat şiirden, hem de gittikçe genişleyen bir zaviye ile uzaklaştıklarını gizlemek de mümkün değil (…) Gençleri seviyorum, fakat canım şiir okumak isteyince Baki Efendi’yi açıyorum.”[4]

***
Çoğun doğru söyleyen bu sevimli ve huysuz ihtiyarlar böyledir, gençleri severler sevmesine ama canları şiir okumak istediğinde gidip Rosa Luxemburg’u açarlar...


[1] Nazım Hikmet Ran, Kemal Tahir’e Mektuplar, İstanbul: Adam Yayınları.
[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, akt: Behçet Necatigil, Düzyazılar, İstanbul: YKY, 2006, s. 168.
[3] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Dersleri, İstanbul: YKY, 2006, s. 50, 214-215.
[4] Ahmet Hamdi Tanpınar, Tasvir-i Efkâr, 14 Ekim 1940, akt: Behçet Necatigil, Düzyazılar, İstanbul: YKY, 2006, s. 168.