Büyüklük Körü
Tanıl Bora

1972 yılı, Heinrich Böll’ün hayatının en olaylı yılıdır. Ocak’ta, -o zamanların tabiriyle- boyalı basının, Kızıl Ordu Fraksiyonu üyeleri Ulrike Meinhof ve Andreas Baader ve arkadaşlarını “katil” ilan eden manşetleri üzerine, Der Spiegel’e yazdığı makalede, bu dilin “linç hukukuna” alan açtığını savundu. “Kamuoyunun en azından ‘kontrolsüz’ diyebileceğimiz güdülerinin yürütme erkine müdahil olmasına izin verilen yerde, hukuk devleti sıfatı şüpheli hale gelir,” diyordu.

Bunun üzerine kendisi bir linç kampanyasının hedefi oldu. “Terörist sempatizanı”, hatta teröristlerin “cephane tedarikçisi” olmakla suçlandı. Polis evinde arama yaptı.

O yılın Ekim’inde, 1972 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Böll’e verildiği açıklandı. Almanya’da “millîci” kamuoyu, birdenbire, bu ödülü ve Nobel komitesinin kıymetini ve objektifliğini tartışmaya koyuldu. Bunu bir yerden hatırlayacaksınız.

1974’te, bütün dünyada en bilinen eserini yayımladı: Katharina Blum’un Kaybolan Onuru veya: Şiddetin Nasıl Ortaya Çıktığına ve Nerelere Varabileceğine Dair. [1] İktidarın dümen suyundaki medyanın, nasıl insanların onuruna ve temel insan haklarına tehdit oluşturabildiğini anlatan, klasik halk hikâyesi formundan yararlanarak yazılmış kısa, tok bir kitap. 

“Nazizmin ebedîliği” idi onun kaygısı. Böll, savaşın, Nazizmin ve yoksulluğun hep geri dönebileceğinden korkarak tetik duran bir huzursuz ruhtu. Fotoğraflarına bakınca zaten, iyi kalpli ve endişeli bir adam görürsünüz.

***

Kızıl Ordu Fraksiyonu’na sempati duyuyor değildi. Anti-komünist Rus yazar Soljenitzin’e de asla yakınlık duymuyordu, ama Uluslararası PEN Başkanı olarak onun düşünce ve ifade özgürlüğünü kararlılıkla savundu, hatta Batı’ya iltica ettiğinde adamı bir süre evinde ağırladı.

Etiketlenmeye ve araçsallaştırılmaya karşı hep tetik duran bir yazardı Böll. Hep müstakildi. Genellemelere kuşkuyla yaklaştı, hep kendi gözüyle bakmak istedi. Anlatarak öğrenen biriydi. Şiârı: “Ekmeğini kendin pişir, sözünü kendin kur”. Hayatın sunduğu malzemeye tutkun, gerçekçi edebiyat anlayışı da buna uygundur. Tabii “gerçekçilik” etiketini de istemez. Tıpkı “naiflik” etiketini istemediği gibi. “Naif olduğunuzu bilirseniz, artık elinizden gider naiflik,” der İrlanda Güncesi’nde. [2] 

***

Dindar ve yoksul insanların basit hayatındaki arifliğe duyduğu aşkla yazılmış İrlanda Güncesi, [3]  onun yine etiketlenmesi zor bir başka yanına ayna tutar.

Doğduğu, yetiştiği ve yaşadığı Köln’ün Katolik havası içinde, din-ilâhiyat onun için hep çok önem taşımıştır. Fakat onunkisi, kilise karşıtı bir ilâhiyattır. Resmî Katolikliğin kapitalizme ve iktidarlara râm olduğunu düşünür, neticede ayrılır hatta kiliseden.[4]  Onun Hıristiyanlıkta, Katoliklikte, dinde aradığı temel ruh, yoksullarla gönüldeş olmaktır. Dostoyevski’nin yanısıra en önemli ilham kaynağı olan Fransız yazar Léon Bloy, “yoksulların mistiği” diye bilinir. Böl’ün teslisi budur: Sevgi-iman-yoksulluk. “Paranın terörü”ne kahreden anti-kapitalizmi de, tutkusunu buradan alır.

Yoklukta ekmeği paylaşmakta, insanları küçük mutluluk anlarında birleştiren yoksulluk deneyimlerinde, sahici insaniyetin temellerini görür: Türkçeyi biraz zorlayarak “insandaşlık” diye çevirebileceğimiz Mitmenschlichkeit; yani insan insana ilişki içinde geliştireceğimiz insaniyet. 

***

Böll, temel izleklerinden olan savaş öykülerinde kahramanlık edebiyatına hiç yüz vermez. Soylu ve masum kurbanlar olmadığı gibi, mutlak kötüler, zalimler, günah keçileri de yoktur onda. Herkes, zaafları ve ‘iyi’ yanlarıyla sıradan insanlardır. Savaşı hastalık gibi görür o, insanı hastalandıran bir âfet. Savaş insanı hayvanlaştırır, fakat hayvanlaşmış haliyle de o yine insandır.

Savaşı yaşamış birisinden söz ediyoruz. 2. Dünya Savaşı sırasında dört defa yaralanmış, esaret görmüş. Rütbeli olma fırsatını kullanmadığını biliyoruz; maruz kaldığı maddî-manevî sefalet koşulları içinde imtiyaz kullanmak istememiş. Çavuş olarak emir vermesi gerektiğinde, kekelermiş.

***

Her nevi iktidarın, insaniyet cevherinden bir şey kaybetmek demek olduğunu düşünür çünkü. İktidar talep etmeyenler, iktidar kurmayanlar olarak kadınları, insaniyetin, insaniyetli hal ve tavrın ütopik timsali gibi resmeder. Romanlarında kadınlar, en şahsiyetli ve vicdanen en ‘temiz’ kişiliklerdir. Kadın duyarlılığındaki insaniyet dehasını, annesinde keşfettiğini anlatır. 

***

Yoksullar, ezilenler, baskıya uğrayanlar, kadınlar ve sıradan, “küçük” insanlar. Böll’ün ‘kahramanları’ bunlardır. Galiba kendisine yapıştırılanlar arasında en az rahatsız olduğu etiket: “Küçük insanların avukatı”.

Bir ara, onun edebiyatının nihayet çamaşırhane kokusundan (yoksulların hayatını anlatmaktan yani) kurtulduğunu söyleyen “övgülere” karşı, “Çamaşırhanelerin müdafaası” başlıklı denemesinde sarf ettiği bir sözü, harikulade buluyorum: “Büyüklük körüyüm – tıpkı renk körü gibi”. Büyük olanla, iktidarla, güçlülerle kudretlilerle, ehemmiyet havası basanlarla alâkadar olmuyorum, diyordur. Aynı denemede, nefis bir ironiyle, “dünyanın büyükleri”nin saatler boyu sarf ettikleri o boş lâfların pekâlâ çamaşırhanelerde de teati edilebildiğini söyler. 1949-1963 arasında Federal Almanya’nın kudretli şansölyesi olan Köln’lü hemşerisi Konrad Adenauer’in insanlara tepeden bakmasını değerlendirirken, ciddileşecek; “büyük insanların hiçbir zaman kendilerinden aşağıda duranlara değil her zaman kendilerinden yukarıda duranlara hor baktığını” söyleyecektir. Büyüklükse aradığımız, hiyerarşide aşağıda duranın, güçsüzün içkin büyüklüğünün ve kıymetinin peşindedir o. 

Böll, “büyük resim”den yüzünü çevirip, ‘küçük resme’ bakma meylindedir. Büyük resmi, ancak küçük resmi gören gözün anlayacağı fikrindedir. Bir Palyaço’nun Kanaatleri’nde [5] roman kişisi, “Dehşetin sırrının ayrıntılarda yattığını anlamıyorsunuz,” der bir yerde: “Büyük işlerin pişmanlığını duymak çocuk oyuncağıdır: politik yanılgılardan, zinadan, cinayetten, antisemitizmden ötürü pişmanlık duyabilirsiniz – ama kim tam neyi affedecek, ayrıntıları kim bilecek, anlayacak?” Esas mesele, dehşet anlarının hafızada bir çökelti olarak bıraktığı “ufacık şeyler”dir; zulmedenlerin gözündeki ifade, sürükleyip götürdükleri insanı omzundan, yakasından nasıl tuttukları, tıslayarak ettikleri lâflar… 

***

Modern Almanca edebiyatın üstad eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki, saygıyla, praeceptor Germaniae (Almanya’nın başöğretmeni/hocası) diye anmıştı onu. Hakkındaki biyografiye de adını veren bir başka ünlü sıfatı “Öteki Alman”dır – onun, Nazi mirasının akla getireceği her şeyi hariçte bıraktığını imâ eder bunu söyleyenler. Der Spiegel 1985’te onun için “yumuşak asi” demişti.[6]  

Yarın, Heinrich Böll’ün 100. doğum yıldönümü oluyor. Bizi insaniyetimizle yüzleştiren, insaniyet diye bir derdi içimize işleten yazarlardandır.



[1] Türkçesi: Çev. Ahmet Cemal. Can Yayınları, 1999.

[2] Heinrich Böll: Irisches Tagebuch. Dtv, 1973 (ilk basımı 1961), s. 111.

[3] Türkçesi: Çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 1999.

[4] Yine de cenazesi kiliseden kaldırıldı – ‘ama,’ cenaze havası çalan Roman çalgıcılar refakatinde

[5] Ansichten eines Clowns (1963), Kiepenheuer&Witsch, Köln 1992, s. 227. Türkçesi: Palyaço. Çev. Ahmet Arpad. Can Yayınları, 2016.

[6] İlgilisi için –romanları dışında- onun hakkında üç temel kaynak vereyim. Kendisinin denemeleri: Heinrich Böll: Widerstand ist ein Freiheitsrecht… Kiepenheuer&Witsch, Köln 2011. Kapsamlı bir biyografisi: Heinrich Vormweg: Heinrich Böll - Der andere Deutsche. Kiepenheuer&Witsch, Köln 2000. Edebiyatına dair incelemeler: Werner Bellmann (derleyen): Heinrich Böll – Romane und Erzählungen, Reclam Verlag, Stuttgart 2000.