“Ah, Sersemler! Bir Bilseler…”
Ahmet İnsel

Tayyip Erdoğan’ın Paris dönüşü uçakta, “Ben onun [Macron] ne demek istediğini anlamak istemedim” dediği şey, Fransa cumhurbaşkanının arada dönüp Türkiye cumhurbaşkanının gözünün içine bakarak, olabilecek en açık ifadelerle, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin bittiğini ilan etmesiydi. Fransa dönüşü AKP basınında büyük bir zafer olarak sunulan kısa ziyaretin en önemli gelişmesi, resmî ikili görüşmeyi izleyen ortak basın toplantısında, AB’nin iki büyük kurucu üyesinden birinin başkanının “karşılıklı ikiyüzlülük bitti” diyerek, Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının ilerlemeyeceğini açıkça söylemek oldu. Macron bunu söylerken, daha önce örneğin Sarkozy’nin yaptığı gibi, ne kültürel farklardan, ne demografiden, ne de coğrafyadan dem vurdu. İfade ettiği şey son derece açıktı. Bir Fransız gazetecinin gayet iyi betimlediği gibi, “kıyıcı bir gülümseme, çelik soğukluğunda bir bakış ve bal gibi tatlı bir tonla”, Türkiye’deki son gelişmeler ışığında yeni fasıl açılmasının imkânsız olduğunu ilan etti. Emmanuel Macron’un bunu söylemesinden birkaç dakika önce, Tayyip Erdoğan AB’den hâlâ istediklerini almadıklarından ve 35 fasıldan sadece 16’sının açılıp, açılanların da hiçbirinin kapanmadığından yakınmıştı. Macron ise işlenen insan hakları, düşünce ve ifade özgürlükleri ihlalleriyle, gazetecilerin, sivil toplum örgütü yöneticilerinin tutuklanmalarıyla üyelik müzakerelerini sürdürmenin mümkün olmadığını altını çizerek söyledi. Üyelik sürecinin devam etmesini imkânsız kıldığını ima ettiği “son gelişmeler”, “Türk halkının egemen seçimine saygı duyuyorum” dediği anayasa referandumuyla getirilen ve kuvvetler ayrılığı ilkesini rafa kaldıran cumhurbaşkanlığı hükümeti sistemi ve genel olarak hukuk devletinin askıya alınmasıydı. Kısacası Macron, Türkiye’nin artık Kopenhag kriterlerini karşılamadığı için aday üye konumunun devam edemeyeceğini, bunun yerine bir yeni ortaklık üzerine çalışılması gerektiğini ilan etti.  

Tayyip Erdoğan’ın dönüş yolunda anlamak istemediğini ifade ettiği şey, kendisine herkesin önünde “Kopenhag kriterlerine uymuyorsunuz, AB üyeliği mümkün değil” denmiş olmasıydı. Daha önce bu tür durumlarda, “biz de onları alır Ankara kriterleri der, yolumuza devam ederiz” diyen Tayyip Erdoğan, artık onu da demiyordu. Keyfiliğin hukuk devletine ikame olduğu bir otokratik istibdat rejiminin kriterleri olarak Yeni Türkiye’nin kriterleri yürürlükteydi.

***

Bir şeyi anlamamak istememek o şeyi kabul etmeme, ona karşı mücadele etmeye devam etme arzusu olarak da yorumlanabilir. Tayyip Erdoğan Fransa’da kendisine üyelik macerası bitti denmesini kabul etmek istemiyor olabilir. AB tam üyeliği yolunda kararlılıkla mücadele etmeye ve bunun siyasal, hukuki, iktisadi gereklerini getirirken, diplomatik manevralarını sürdürmeye niyeti olabilir. Bu anlamda, Macron’un söylediklerini Fransa’nın AB’yi temsil etmeyen öznel tavrı olarak yorumlayabilir ve bu nedenle ne dediğini anlamak istemez.

Ne var ki bu anlamak istememe iradesinin böyle bir kararlılığı yansıtmadığını, ifade etmediğini, başta Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti olmak üzere, herkes biliyor. Macron’un Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden uzaklaşması olarak tasvir ettiği siyasal gidişat, Türkiye’ye dışarıdan dayatılmıyor. Tam tersine, Tayyip Erdoğan ve AKP yönetimi bunu “yerli ve milli” çığlıkları altında topluma dayatmaya çalışıyor. 

Türkiye’de iktidarda olan siyasal gücün demokrasi, insan hakları, özgürlükler anlayışıyla, içinde bazı çatlaklar giderek büyüse de AB’de halen egemen olmaya devam eden anlayış arasındaki farkı sonuçta Tayyip Erdoğan basın toplantısında mükemmel biçimde sergiledi. Düşünce her şeyden önce düşüncedir, “İfade özgürlüğü bir bütündür ve bölünemez, hukuk devletini bu tanımlar… Bir düşünceyi ifade etmek, suç işlemeye çağrı değilse, serbest olmalıdır… Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü ayrılmaz bir bütündür” diyen Fransa cumhurbaşkanının ardından, Türkiye cumhurbaşkanı dünya literatürüne geçmeye aday “terörizm bahçıvanı” kavramını ortaya attı. Orada da “dostu Macron”un dediklerini anlamak istemediğini açıkça gösterdi.

“Terörizm bahçıvanı” terimi ya da mesleği, ismi yeni, içeriği epey eski bir anlayışı yansıtıyor. Bir iktidarın kendi için tehdit olarak gördüğü her türlü fikre ağır suç yaftası yapıştırma geleneği tarihte bütün despotik rejimlerin ortak özelliği oldu. Bu nedenle yeni değil. Ayrıca Tayyip Erdoğan’ın da ilk defa ifade ettiği bir fikir değil bu. Bundan altı buçuk yıl önce, Gülen cemaatiyle cicim aylarını yaşamaya devam ederken, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde Ahmet Şık’ın basılmamış kitabı nedeniyle tutuklanmasının gerekçesi sorulduğunda verdiği yanıt, terörizm bahçıvanı kavramının olgunlaşma yolunda olduğunu gösteriyordu. “Bomba kullanmak suçtur, demişti Tayyip Erdoğan, bombanın yapılacağı maddeleri kullanmak da suçtur. Bomba yapmanın ihbarı gelmişse, güvenlik güçleri bunları toplamaz mı? Burada da daha önce gelmiş bilgiler gelmişse, yargı da bu kararı vermiştir ve güvenlik güçlerine gidin alın demiştir.” Ardından ilave etmişti: “Bu kitap internet sitelerine girmiştir ve burada ne olduğu görülmüştür.” Kitabın internet sitelerine nasıl girdiği başlı başına ayrı bir sorun. Ama 2011’de Ahmet Şık’ın ne olduğunu göstermeye çalıştığı şey, o zaman Erdoğan hükümeti için suç değildi ama bunu göstermeye çalışmak suçtu. Hazırlanan bombanın malzemesiydi Erdoğan hükümeti için. Bomba, işlenen son derece vahim bir suçun teşhir edilmesiydi. Hükümetle işbirliği içinde çalışan bir suç şebekesini Şık açığa çıkardığı için hükümet başkanı bomba ve kitap eşleşmesi yapmıştı.

Bugün gazeteci Ahmet Şık, içinde hükümetin dâhil olduğu başka bir vahim suça işaret etme suçundan gene hapiste… Ve AKP ve Türkiye Başkanı, aradan altı buçuk yıl geçtikten sonra, ifade ve düşünce özgürlüğü gündeme gelince, “Terörün ve teröristin bahçıvanları vardır. Bu bahçıvanlar düşünce adamı diye bakılanlardır. Onlar gazetelerinin köşelerinden orayı sularlar. Oranın bahçıvanı olarak onları yetiştirirler. Bir gün gelir bakarsınız bu insanlar karşınıza terörist olarak çıkarlar” diyerek, kitap-bomba eşdeğerliğini düşünce-terör eşdeğerliğiyle güçlendiriyor. Bunu yaparken, tam da Macron’un biraz önce işaret ettiği AB ilke ve değerleri ve en başta AİHS ile Türkiye’deki siyasal rejim arasındaki makasın giderek nasıl açıldığını sanki somut olarak kendisi göstermek istiyor.

Tayyip Erdoğan’ı Türkiye dönüşünde yandaş basın zafer çığlıkları içinde karşıladı. 1938’de Münih’te Hitler’le teslimiyet anlaşmasını imzaladıktan sonra ülkesine dönünce, büyük protestolar beklerken sevinç gösterileri ile karşılaşan Fransa Başbakanı Daladier, uçaktan inerken şöyle mırıldanmış: “Ah, sersemler, bir bilseler!” Tayyip Erdoğan, Macron’un ne demek istediğini anlamak istemediğini söyledikten sonra alkışlanırken benzer bir düşünce aklından geçmiş olabilir mi?