Hapishane Çağı
Barış Özkul

Işık Ergüden’in Hapishane Çağı: Kapatılan İnsan başlıklı kitabının hazin bir avantajı Türkiye’de yazılmış olduğu için güncelliğini kolay kolay yitirmeyecek olması. Her tipten insanın hapishanelere girdiği, hiç kimsenin hapse girme ihtimalinden muaf olmadığı, neyle suçlandığını bilmeyen insanların uzun süre tutuklu kalabildiği bir ülke burası. Hukuk sistemi yerini kolaylıkla bir intikam ve rehine sistemine bırakabildiği için hapishane, hayatın “olağan akışı”nın bir parçası. Hele politik mahkûmlar için kuşaktan kuşağa devrolan bir mevsimsel döngü sözkonusu: 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz…

Michel Foucault, modern kapitalizmin kapatma pratikleri ve kurumlarını çözümlerken “Hapishanelerin fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil midir?” diye sorar. Kapitalizmin sürekli gözetleme, denetleme ve kapatma mekanizmalarına sahip bir Panoptikon sistemini devreye sokması modern kurumları aynılaştırırken özneyi nesneleştiren, benlik imgesini sakatlayan bir mantığı yeniden üretir. Kurumlar sistemin fiziksel ve sembolik şiddetini uygularken kendi evreninden kopan özne kişiliksizleşir, giderek posalaşır. “Hapishane toplumun tehdide dönüşmüş imgesidir.”

Foucault’nun bu gözlemi belli bir genelleme düzeyinde doğrudur: Hapishane, tıpkı fabrika, okul, kışla gibi modern çağın rasyonel kurumlarından biridir ve kapitalizmle yaşıttır. Kapitalizm öncesi çağlarda suçluların cezası kazığa oturtulup yakılmak, kolların-bacakların kopartılması gibi çıplak fiziksel şiddet pratikleriydi; mallar muktedir adına doğrudan müsadere edilirdi (“devlete karşı suç” mefhumunun kökeni). Kapitalizm bunun yerine rasyonel ve aslında pragmatik-Kalvenist denebilecek bir kapatma sistemini yürürlüğe koydu. Hapishaneler başlarda kapitalizmin işsiz güçsüz olarak kodladığı kitlelerin zorla üretime sevk edilmesi amacıyla kurulmuş, sonraları bu “işlevsel” sisteme “suçlular” ilave edilmiştir.

Buradan bakıldığında hapishane Foucault’nun belirttiği gibi diğer modern kurumlar kadar “rasyonel”dir. Ancak “kişisel/öznel yaşantı” düzeyinde hapishanenin diğer kurumlarla aynı olduğunu, mesela okulda, hastanede ve fabrikada “akan” çizgisel zaman ile hapishanenin kendi üzerine kapalı, döngüsel zamanının aynı olduğunu sanmam. Gerçek hapishane ile bizim zihnimizde ürettiğimiz hapishane başka şeyler olmalı. 

Ben kendim hapishane deneyimine sahip olmadığım için bu konuyu daha fazla deşmeyeyim; denize girmeden kaptanlık hakkında ahkâm kesmek gibi olur bu. Işık, kitabın özellikle “Bir Hapishane Tarihçesi”, “Zaman ve Mekân Işığında Şiddet”, “Kapatılan İnsanın Şeyleşme Süreci”, “Mekân, Bellek, İmgelem” gibi bölümlerinde hapishane deneyimi hakkında epey sağlam, özgün ve en önemlisi düşünmeye/sorgulamaya teşvik eden şeyler yazmış. Hapishane deneyimi ne raporlaştırılıp ıslahat projesine dönüştürülecek bir araştırma alanına benziyor ne de üzerinde tepinilecek bir politik propaganda zeminine. Hapishane, arınma ve ıslah etme programıyla yola koyulan bir kurumun öznede yol açtığı yıkım ile öznenin aşkınlık potansiyeli arasındaki daimi bir gerilimin mekânı gibi görünüyor Işık’ın kaleminden. 

Hapishane, bir bakıma, kapitalizmin ve Aydınlanma’nın başarısız bir ütopyasıdır. Modern hayatta olmuş bitmiş bir fiilin failini cezalandırmak amacıyla hapishaneye kapatmanın cezaya sebep olan fiili ortadan kaldırmadığı gibi çok zaman aynı fiilin tekrarını da önleyemediği, dolayısıyla çok sınırlı bir caydırıcılığa sahip olduğunu biliyoruz. Hapishaneye girmiş olanların tekrar girme olasılıklarının hiç girmemiş olanlardan çok daha yüksek olması, mafyatik-faşist örgütlenme ağlarının çevresinde genellikle adi suçlardan hüküm giymiş “lumpenlerin” toplaşması da hapishanenin ıslah etmek bir yana “suç”un yeniden üretimine katkıda bulunduğunu gösteriyor. 

Bunun bir simetrisi, bir mantığı var: Kapitalizm suçla güvenliği birlikte örgütlediği için yasadışılıklar alanını, Işık’ın deyimiyle bir tür “profesyonel yasadışılığı” tanzim ederken cinayet ve linç arzusuyla bu alanın hiyerarşisinde yer almaya can atan kitleleri yedeğinde tutuyor ve onları aynı zamanda sistemin kendi varlığını sürdürebilmesi için her an dışlanabilir, imha edilebilir veya kapatılabilir yığınlara dönüştürüyor. Sopanın egemenliğine dayalı bu sistemin dayandığı “ikici mantığı”, Işık şöyle özetlemiş: 

Egemen dili ve egemen dil daima ikiliklerle konuşur, Manicidir, ikicidir, dikotomiktir (anlaşılır olmanın ve pedagojinin geleneksel dilidir bu): Tanrı ve şeytan, iyiler ve kötüler, biz ve onlar… Toplumsallık ve sistem kendini bu dil içinde var kılar. Güvenliğin sürekliliğini bu dille sağlar, hukuk da kendini bu tümel dille ifade eder. 

Oysa modern insan böyle iyilik ve kötülük temalarına, en sonunda kötülerin cezalandırıldığı şablon anlatılara sığmayacak kadar karmaşık bir psikolojiye ve gerçekliğe sahiptir. Baskı-bastırma, tepki-ret-özdeşleşme mekanizmaları, açmazları ve çelişkileri insan ruhundaki belirsizlik alanlarını giderek genişletir. Tam da bu nedenle adalet aslında felsefenin ve edebiyatın konusudur. İnsan “ruhunun karanlıklarında, puslu alanlarında gezinme” riskini ancak felsefe ve edebiyat alabilir. Adalet her tekil durumda farklı bir anlama tekabül edecek kadar karmaşık bir olgudur; bireyi değil devleti korumak üzere örgütlenmiş bir yargı teşkilatı adalet talebinin zorunlu kıldığı hakikat arayışına girmeyi göze alamadığı için insan hayatını bu kadar yakından ilgilendiren bir konu teknik bir dile, hukukun gayri-insani diline tercüme edilir ve suç isnat edilen kişi kendini ifade etme yetisinden yoksun addedilip bir aracılık kurumuna (avukatlık) havale edilir. Bu aracının “hangi tarafı savunacak olmasına kimin daha çok para verdiği gibi bir pazar kuralının karar vermesi” de kapitalizmin teatral adaletinin hakikatle ilişkisizliğinin yalın bir ifadesidir. 

Kapitalizmin ve bütün sınıflı toplumların teatral adaletinde ast-üst ilişkileri, kast ve hiyerarşiler mahkeme sahnesine taşınarak yeniden üretilir; hâkimlerin ve savcıların kılık kıyafet değiştirmesi, cübbe kuşanması, sanığın aşağılanıp ezilmesi, günah çıkarmaya zorlanması, “iyi hal indirimi” karşılığında uysallık rolü oynaması hep bu bağlamda anlamlıdır. Bu hakikatsizliğin son perdesi, kapatıp kurtulmanın son durağı hapishanedir. 

Kapitalizmin ve sınıflı toplumların adalet anlayışının aldığı “modern” biçimden söz ederken geçmişte sosyalist olma iddiası taşıyan toplumların (SSCB, Çin vd.) adalet anlayışının da bundan farklı olmadığını belirtelim. Gulag’lardan göstermelik Moskova duruşmalarına reel-sosyalist devletler ezilenlerin adalet talebi adına hareket ederken kapitalist ülkelere taş çıkartacak ölçüde trajikomik uygulamalara giriştiler ve bu uygulamalar milyonların hayatına mâl oldu.

Belki de hapishane sorununu kapitalist veya sosyalist olması fark etmeksizin hiçbir devletin kendini yasa koyucu yerine koyup hasta ya da suçlu olarak nitelediği bireyler üzerinde şiddet uygulama yetkisine sahip olmadığı, özgürlükçü bir adalet ufku içine yerleştirmek gerekir. Ancak o zaman süregiden zilletin ve ona önerilen geçici çözümlerin ötesine geçip gerçekten eşitlikçi bir adaletten söz edilebilir.



• Bu yazıya esin veren ve bazı yerlerde tırnak içinde alıntılar yaptığım Işık Ergüden’in kitabı için bkz. Hapishane Çağı: Kapatılan İnsan, Sel Yayıncılık, Red Kitaplığı, 2017.