Kör Dövüşü
Murat Belge

1974’te, Edmar Bacha adında bir iktisatçı, Brezilya üstüne yazarken “Belindia” diye bir kelime icat etmişti. Bununla şöyle bir şey anlatmak istiyordu: Hindistan’ın yoksulluk ve hattâ sefalet koşullarında yaşayan büyük bir çoğunluk, onların ortasında, Belçika standartlarında varolan küçük bir “mutlu azınlık”… İşte Brezilya’nın toplumsal yapısı.

Bacha iktisadî bir analiz yapıyordu. Ama iktisadî temel, elbette, toplumun bütün düzeylerinin biçimlenmesini belirler. Siyaset, kültür, her şey, bundan payını alır.

Brezilya, bütün Güney Amerika gibi, “oligarşik” demek gereken bir yapıya sahip. Bu kıtada İberya’dan gelen “efendiler” yerli Kızılderili halkların ve/veya Afrika’dan getirdikleri kölelerin tepesine bir oligarşi olarak çökmüşlerdir. “Bağımsız köylülük” ve “küçük meta üretimi” ekonomisinden gelen Osmanlı-Türkiye toplumunda böyle bir oligarşik yapı kurulmamıştır.

Ama kültürel düzeyde baktığımızda, burada da, oradakinden aşağı kalmayan bir ikileşme, bir “dualite” görürüz. Bunun nedeni ve kökeni “Batılılaşma”dır. 

Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı iken bir “Çankaya davetleri” geleneği kurmak istemişti. Cumhuriyet’in yıldönümü gibi simgesel zamanlarda kalabalık resmî davetler veriyor ve Cumhuriyet’in ölçütlerine göre “saygıdeğer” kategorisine giren kişileri çağırıyordu. Davetliler arasında Fakir Baykurt da olabiliyordu, Zeki Müren de.

Necmeddin Erbakan, 28 Şubat yarım müdahalesine giden günlerde bir iftar daveti vermişti. Buraya “tarikat şeyhleri”nin çağrılması bayağı “flaş” konu olmuş, uzun süre yankılanmış, müdahale fikrinin geliştirilmesinde de etkili olmuştu. 

Sözünü ettiğim bu iki “davet” örneği Batılılaşma’nın Türkiye’de oynadığı ikileştirici rolün çarpıcı bir örneğidir. Sonuç olarak, onlar da ötekiler de Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşı ve bir şekilde tanınmış kişileridir ama Korutürk’ün davetinde Erbakan’ın, Erbakan’ın davetinde Korutürk’ün konuklarına rastlamak mümkün değildir. Bir “cephe”nin seçkinleri, öbür tarafın “seçkinleri” ile tanışmaz, konuşmaz, bir araya gelmez.

Bir araya gelmemekle birlikte, onların bireysel iradelerinden bağımsız bir şekilde onları “bir araya” değil ama muhtemelen “yan yana” getiren dinamikler de var. Siyasetin paradokslarından biri, belirli bir rejime, düzene, sisteme v.b. muhalefet edenlerin muhalefet ettikleri şeyin kalıbını almalarıdır.  

Tahtırevallinin “Batı” tarafında duranların dilinde, zihninde “Aydınlanma” ne kadar büyük bir değere ve öneme sahip. Ama öbür uçta da “Nur” hareketi var, “Nur” hareketinin “Işık evleri” var v.b.

Korutürk’ün çağırmak üzere seçtikleri Erbakan’ın konuklarına “hacı, hoca takımı” der, küçümserdi. Onların varlığını memleket için zararlı bulurdu. Peki, ya onlar? Onlar Korutürk’ün zadegânından hoşlanır mıydı? Kesinlikle hayır. Onlar da berikileri haşarat gibi görürler ve kötü olduğuna inandıkları her şeyden onları sorumlu sayarlardı. Bu noktada “düşman kardeşler” aynı platformda duruyor. Burada ortaklık kurulabiliyor.

Böyle bir ikileşme toplum için “hayırlı” bir şey midir? Herhalde değildir. Değilse, bunu aşmanın bir yolu var mı?

Sözkonusu taraflara gidip bu soruyu sorduğumuzda alacağımız cevap, “Evet, var” olacaktır. İyi nedir o yol? “Ötekileri yok etmek!”

Yani gene aynı noktadayız. Çünkü zaten sürekli aynı noktadayız. Bu işin başından beri denenmiş başka bir “yol” da olmadı zaten. Cumhuriyet seçkinleri “hacı, hoca taifesi”nin zaman içinde yok olacağını umdu ve bu arada yok olmasına katkısı olacağını düşündüğü şeyleri yapmaktan da geri durmadı. 2018 yılında neredeyiz?

Şimdi, AKP iktidarının “maestro”su, “yerli ve milli” olmayan seçkinlerin kökünü (“olmayan” kökünü) kazımak üzere hazırlık yapıyor. Onun projesinde başarılı sona erişme şansı var mı? Yok! 

Yok, ama, topluma büyük zararlar vereceği besbelli.

Farklı olanı, farklı olmayı seçeni, laf düzeyinde değil, gerçekten kabul etme kültürüne erişinceye kadar da bu kör dövüşü devam eder.