Haset ve Siyaset (I)
Orhan Koçak

Psikolojinin bazı negatif sözcükleri son dönemde siyasal söyleme de nüfuz etmeye başladı. “Kin”, “nefret” veya “öfke patlaması” gibi terimleri birer tahlil aracı olarak kullanmak zorunda kalıyoruz. 30-40 yıl öncesinin sol dergilerinde göremeyiz bunu, duygu adlarının böyle siyasal kavram düzeyine çıkarılmasını. Kıvılcımlı’nın metinlerinde rastlayabileceğimiz “sınıf kini” terimi nerdeyse ebedi bir gerçeğin ifadesidir, taktiklerin belirlenmesinde rol oynayan konjonktürel bir tahlil aracı değil. Doktor, bu “kin”in dinamiklerini, yoğun psikolojik veya varoluşsal deneyimini kurcalamaya gitmemiştir. Aybar bir “horlanma”dan söz etti, ama çevresinde bir teorik yankı bulmadığı gibi, kendisi de kavramın peşine düşmedi. Sağın söylemi bu açıdan daha zengin görünür, en çok da eski milliyetçi sağınki: Atsız’ın veya Necip Fazıl’ın yazılarını düşünelim. Ama orada da görece nesnel bir tasvir/tahlil aracı olmaktan çok, yazarın kendi ruh halinin dışavurumudur “kin” ve türevleri. Ve şüphesiz bir hedef bildirimi: “Kininin takipçisi nesiller…”  

Şimdiyse Batı’da ve burada da merkezden radikal sola uzanan geniş bir siyasal spektrum boyunca bu türden terimlerin artan ölçüde seferber edildiği bir dönemdeyiz. Eski solun (eski “yeni sol”un da) alet çantasını yetersiz kılan yeni bir nesnel durum mu çıkmıştır ortaya? Büyüteç altına alınan şey, “kitlelerin isyanı”dır: bulanık bir kızgınlık patlamasından söz ediliyor, “görülmeyenlerin” veya “arkada bırakılanların” tepkisinden. ABD ve Avrupa’da “aşırı” sağın merkezci statükoyu sarsan bir ivmeyle sahneye çıkışı, kitle psikolojisi ve popülizmle ilgili daha eski (ve “yabancı”) teorileri sandıktan çıkarmanın yanı sıra, bazı civar disiplinlere de bir göz atmaya mecbur bırakıyordur, ezeli hakikatlerle yetinmek istemeyen sol düşünüşü. Büyük Deprem’den sonra birçok jeologun bir anda TV yıldızı haline gelişi gibi (ama ne yapabilirdik) Sigmund Freud ve öğrencileri de adamın hep biraz uzak durmaya uğraştığı Siyaset Meydanı’na çekiliyor.

*** 

“İmrenme” ve “haset”: Ahmet İnsel’in geçenlerde (20/2/18) Cumhuriyet’te çıkan “Hasetten Beslenen Kin” başlıklı yazısından aldım bu sözcükleri (ikisinin aynı şey olmadığını vurguluyor İnsel). Şimdi, Marx’ın duygusal yönden en zengin, en “baharatlı” metni olan “18 Brumaire”de bile bulamayız bu terimleri veya benzerlerini. Bu onun eksiğidir bence. Ama büsbütün sebepsiz değil.

Terimler, imrenme ve haset, Marx’tan az önce ve Fransız Devrimi’nden az sonra, Tocqueville ve Benjamin Constant gibi yazarlar tarafından yakalanmış, ürkekçe dolaşıma sokulmuştur (“Brit”lerde, mesela Burke’de rastlanmaz; Nietzsche’ye gelinceye kadar Alman düşüncesinde de). Bu iki yazar, Tocqueville ve Constant, ne açıkça reaksiyonerdir, ne de koşulsuz cumhuriyetçi – belki bugünün Macron’una gelinceye kadar Fransa’da hep iktidarsız kalmış bir liberalizmin erken sözcüleri. İmrenme derken, haset veya kıskançlık derken kastettikleri, Devrim’le ayağa kaldırılmış geniş bir “halk” kesiminin Devrim’le tatmin edilemeyen beklentileri, arzularıdır (bu yatışmayan isteğin daha erken bir örneğini, İngiltere’de 1640 “devrimi” sırasında Leveller’ların, Digger’ların faaliyetlerinde görmüş olmalılar, Cromwell’e razı olmayıp “bu iş burada bitmez, herkes eşitlenene kadar kelleler düşmeli” diyenlerin sabotajlarında). Başka bir deyişle, ancak katı bir bölünme çizgisinin öbür tarafından bakıldığında görülebilecek, tanımlanabilecek bir şeydir, bir toplumsal olgu olarak haset: herkesi eşitlediği varsayılan bir siyasal altüst oluşun tatminsiz bıraktığı toplum kesimlerinin teheyyücü, duygusal “kıpraşması”. Hiç beklemediği, aslında çok da istemediği bir anda gücü eline geçirmiş bir aydınlanmış burjuvazi, şimdi kara kalabalığın giyotine rağmen dinmeyen homurtusundan ürkmektedir. (Biliyorsunuz, Jacobin’ler Haiti’de kölelerin Cumhuriyetçi ayaklanmasını tanımadı. Tıpkı Fransız Komünist Partisi’nin 1940’larda Vietnam ve 50’lerde Cezayir bağımsızlık mücadeleleri sırasında aldığı tavır gibi. Fark şu ki, 18. yüzyıl sonunda Cumhuriyetçiler Karayiplere isyanı bastırmak için donanma yollamışlardı. FKP sekreteri George Marchais’nin elinde böyle bir imkân yoktu, kendi tosuncuklarını gönderemediği için hükümeti desteklemekle yetindi.)

Şu halde Constant’ın işaret ettiği kin ve hasede karşı kördür Marx: Tocqueville’in tatminsizlik ve muhtemel “reaksiyoner” kalkışma gördüğü yerde o devrim potansiyeli görür. Hangi devrim, hangi “özgürlükçü” kalkışma, ruhsal enerjisini sadece temiz, selim, diğerkâm duygulardan almıştır ki! Başlangıçta bizzat Stalin de dahil olmak üzere Bolşeviklerin çok bel bağladığı “Alman Devrimi’nde”, 1918 Münih ve Hamburg “Sovyetleri” sırasında, kaç komşunun boğazlandığını biliyor muyuz? (Büyük Marksist tarihçi Pierre Broué’nin Alman devrimiyle ilgili kitabında da geçmez böyle şeyler.) -- Sol düşünceye yeni yeni ithal edilen bu türden kavramları bir kenara itelim filan demiyorum, tam tersine. Sadece, bunların birer “kavram” olduğunu, demek bir evveliyatları, bir düşünsel soykütükleri olduğunu bilelim diyorum, Trump’ın ve Marine Le Pen’in zamanına bazı teorik dönemeç ve sınavlardan geçerek geldiklerini. 

***

Ahmet İnsel, bu iletiye imkân veren Cumhuriyet yazısında, ortalığı kaplayan kin dilinden yakınıyor ve bunu da daha özgül, daha tanımlı bir kavrama bağlıyordu: “Kindar kelimelerle ifade edilen şey, aslında ötekine karşı duyulan büyük bir hasettir.” Bunu hemen tanımlayacak ve bence çok tipik bir solcu düşünsel jestle onu hemen ezilen sınıfların “haklı (olabilecek)” tepkisinden ayırt etmeye yönelecektir: “Ezilen, sömürülen, aşağılanan bir toplumsal gruba, bir toplumsal sınıfa ait olmanın bilinciyle biriken öfkeden farklıdır bu. Hasedin beslediği bir kindir.” Evet ama tartışılması gerekir bunun (20. yüzyılda daha çok Charles Peguy veya Simone Weil gibi solcudan çok sağcıyı andıran Hıristiyan sosyalistlerinin tartışabildiği gibi). “Sömürülen toplumsal sınıftan”, işçilerden, bugünün daha genişlemiş proletaryasından geldiğinde görmemeyi mi yeğleyeceğiz böyle tepkileri, pozitif ayrımcılık mı “uygulayacağız”?

İyi ama haset tam nedir, haklı bir kızgınlık patlamasından ne farkı var? İnsel’in belli bir psikolojik seziş de içeren tanımı şöyle: “Hasetle dağlanmış bu tahayyül dünyasında, nefretini kustuğu, üzerinde tepinmek arzusuyla yanıp tutuştuğu, mahvolmasını istediği kişi ve gruplar, aslında kendisinin sahip olmak isteyip de olamadığını genellikle temsil eder. Çünkü haset etmek, imrenmek demek değildir. Haset edilenin elindekinin veya elinde olduğuna inanılanın alınıp kendine verilmesini arzulamaktır.” (a.b.ç.) İnsel’in başka bir şeyi kastettiğini seziyorum ama, bu cümlelerden çıkan şey hasedin aslında düpedüz kıskançlık demek olduğudur: bir kişiyi beğeniyor, arzuluyoruz, ona bir başkası sahip ya da o bir başkasına gidiyor, onu kıskanıyoruz – ama beğendiğimiz varlık şu veya bu sebeple öbür kişiden ayrılıp bize geldiğinde mesele kapanıyor, artık haset etmiyoruz, maraza çıkarmıyoruz. Keşke. Keşke devrimler de böyle cereyan etseydi, keşke Petrograt’ta Hermitage müzesine hiçbir kızgın isyancı ilişmeseydi, keşke Marie Antoinette geçkin ve üçüncü sınıf bir 18. yüzyıl kronikçisi olarak 19. yüzyılda kendi anılarını yayınlama fırsatı bulsaydı. -- Oysa onların “mahvolmasından” zevk alan kişiler ve gruplar vardır, bu mahvoluştan haz dışında (oracıkta aldığı haz dışında) hiçbir çıkarı, hiçbir geliri olmayan kişi ve gruplar. “Haset” bu kısıtlı, kıstırılmış, engellenmiş hazzın adı olabilir, dönüp yine kendini zehirleyen.

***

Kabul, bu türden “negatif” duyguların devrimlerden veya sol hareketlerden çok, sağ hareketlerde ve karşı-devrimlerde galvanize olduğunu biliyoruz, okumuşuzdur. Beğenme ve imrenmeyi hasetten ayrı tutalım. İnsel’in hedefi de çeşitli versiyonlarıyla (sağ ve galiba “sol” da) faşist zihniyetti: “Saçtığı kin, hasedin biriktirdiği irinin patlamasıdır. Bu patlama ortaya insanlığın en karanlık yüzlerinden birini saçar. Bu hasetten beslenen kin, faşizmlerin ana damarlarından biri olmuştur. Soykırımların ana nedenidir.” Bir birikmeden söz ediyor İnsel, şu halde hemen ortaya dökülemeyen, dolayısıyla hissin öznesini içten içe zehirleyen, güçsüz bırakan ve ancak bir patlamayla, demek bir rezaletle kendini ortaya koyabilen bir duygu yoğunluğundan.

Bu noktada “haset” fikrinin meşru ve gayri meşru soyağacını kurcalamak uygun olmaz mı? İkinci bir iletide yapmaya çalışacağım bunu. 


[1] Gilles Deleuze’ün pek sevdiği Peguy, Clio yazarı, Alsace’lı madencilerin ve Provence’lı tarım işçilerinin en vatansever toplum kesimi olduğunu da belirtiyordu. Ah Ulus! Elimden nasıl sağ kurtulup da…