İktidar, Siyaset: Çaresizlik ve Zavallılık Arasında (I)
Derviş Aydın Akkoç
“‘Beni yıktın!’ söylemi, ‘Artık beni yık!’ söylemini içerir. ‘Beni öldürdün’ sözü ise, içten gelen bir ‘Öldür beni! Öldür beni!’ duasının yerini tutar.”
(E. Canetti)


Bundan tam on yedi yıl evvel, yine bu dergide, Ulus Baker 11 Eylül saldırıları ve hemen akabinde yaşanan savaş çığırtkanlıkları üzerine bir yazı kaleme alır. Baker bu yazısında “ölüm”, “savaş”, “suskunluk” gibi kavramsal bir hatta yol alan eleştirel düşüncesini istisnai bir iç kararması, koyu bir can sıkıntısı eşliğinde ilerletir. Aradan geçen yıllarda, bu topraklara has bir “çaresizlik” evresinden yine bu topraklara has bir “zavallılık” evresine geçileceğini ima eden bu yazıdan uzunca bir alıntı:

“Hiçbir şeyi tuhaf karşılamıyorum artık... Şaşılacak hiçbir şey yok ve bizi afallatması gereken daha ufak tefek meselelere dönmemizin vakti geldi... Bütün bu meselelerin –NYC ve Washington’daki ‘nihai’ terörün, ABD gibi bir ülkenin kendine geri zekâlı bir başkan seçmiş olmasının, yardımcısı Cheney’in ‘şahin’ filan diyorlar ama galiba ondan daha embesil oluşunun, IMF ve Dünya Bankası politikalarının bir yandan pekâlâ kapalı borsalarla birlikte sürmüş olmasının, bizim açımızdan hiçbir ehemmiyeti yok... ehemmiyeti olması için bizim bir ehemmiyetimizin olması gerekir önce... Solculuğu da Bush’u kendi dünyasında yaptığı kadarıyla aratmayacak bir budalalık haline getirmek istemiyorsak anlamalıyız ki kendimize gücümüzün yettiği realist bir ‘ehemmiyet’ yaratmalıyız. (...) Buna karşın bu bir boş durma ve bekleme değildir... Olup bitenleri afişe edebilecek insanlar yine bizleriz... Sadece varolmamız bile belli bir noktada onlara zarar verecektir... Bizim gibilere katlanamayacakları anları Türkiye’de epeyce yaşamadık mı? Kanlı savaşın ve onursuz barışın efendilerinin işlerini görmelerini beklemekten başka çaremiz yok... ama önce, o sırada ve sonra konuşmayı devralmak üzere...”[1]


Henüz ilk cümlede tezahür eden, ilerletilmek istenen “afişe edici” düşünceye daha başlangıç anında, belki ondan da önce yapmış sıkkın bıkkın ve agresif bir “ruh hali”: üstelik “hiçbir şeyi tuhaf karşıla(ya)mıyorum” değil, apaçık “tuhaf karşılamıyorum” beyanıyla... “Karşılayamıyorum” fiilinde bir çaba, kımıldamak isteyen potansiyel bir enerji, örtük de olsa bir niyet yahut istek söz konusuyken, “karşılamıyorum” fiilinde bir kanıksama, sancılı bir kabulleniş, çoktan içselleşmiş bir isteksizlik söz konusu; zamansal bir eşiği olduğu kadar bir doyma-dolma sınırını da yansıtan “artık” kelimesinin omuzlarına yüklenmiş bir hayret-şaşırma kaybı da cabası...

Tanıl Bora’nın derhal kaş kaldıracağı zira sol-sosyalist politik hareketlerin yanı sıra, sol entelektüellerde de görülen, bir ucu “sinizme” sündürülebilecek bir cümle bu: “Hiçbir şeyi tuhaf karşılamıyorum.” Tanıl Bora’nın merceğinden bakıldığında, Baker’in cümlesinde sinizme yorulacak kilit hâl, öncelikle “tuhaf karşılamama” hâli... Bora’ya göre, sol sinizmin alametifarikalarından biri “teşhir ederken hayret hassasını yitirmiş [olmak]tır. Buna bağlı olarak, öfke duyma hassasını da...”[2]

Ulus Baker’in tavrı, Kafka’nın tutumunu da çağrıştırır şekilde, hayret hassasını yitirmekten ziyade hayretin odağını kaydırmaya yönelik bir tutum ama. Büyük ve hakkında aşırı gevezelik edilen kocaman mevzulardansa (ABD, IMF, AB, Ortadoğu, Rusya şu bu...) acilen kişiyi “afallatan ufak tefek meselelere” dönme çağrısı: Elin uzanabileceği, mesafeleri daraltan, doğrudan öznenin kendisini de bağlayan, etkide bulunabilecek muhtelif alanlara (aile içinde, hapishanelerde, hastanelerde, okullarda, işyerlerinde, sokaklarda vb. vuku bulan “küçük” olaylara) müdahil olmak. Bir söz kotarılacak, eleştirel bir pratik icra edilecek ve nihayet müşterek bir zeminin imkânları yoklanacaksa evvela önemsiz ve sıradan meselelere odaklanmak gerekmektedir. Aksi takdirde büyük olayların ve kavramların altında ezilmek, bu esnada politik açıdan olduğu kadar öznel açıdan da bir “budalaya” dönüşmek işten bile değildir.

Maksat bu yönde bir arzu olsa da, Baker’in sesinde yankılanan bezmiş “ton”, sinizmin değirmenine su taşımaya elverişli olabilir. Bu itibarla, fikri gevşekliğe, kendi daha yerinde tabiriyle, “feminizmden Frankfurt ekolüne” değin geniş bir kadrajda “zayıf düşünceye” karşı tahammülü olmayan Ulus Baker’in ağzından çıkan bu gibi cümleler, Tanıl Bora açısından, Baker’in kendisinin değilse bile, en azından muhataplarının gayet kolay bir biçimde kendilerine mal edecekleri, uyarlayacakları “konformist” bir zihinsel koza içinden düşünmeye, olan bitenleri salt teşhir etmeye, teşhirle tatmin olmaya davetiye çıkarır cinstendir.[3]

Tanıl Bora nezdinde hayret etme hassasını (özelliğini) yitirmiş bir düşünce edimi şevksiz, güçsüz ve kuvvetsiz bir teşhir etme faaliyetiyle yetinmek durumunda. Mesafe koyan, halinden şikâyetsiz, çoğun abartmalarla yol alan, estetize etmeye düşkün, kâh sarkastik bir dile yaslanan kâh yüksek dozda bir suçluluk duygusuyla cilveleşen bir zihinsel-duygusal eda ve jest performansı olarak sol sinizm... Ne var ki, böylesi bir zihinsel sararıp solma vasatında Ulus Baker ayrıksı bir yerde durmakta. Ama şu da var: İktidar pratiklerinin yarattığı düşünsel problemler söz konusu olduğunda havlu atmaya dünden razı, mevcut kültürel –sözüm ona– üstünlük konumunu muhafaza etmeye ayarlı, aktüel siyasetin pejmürde jargonuna kapılmış-takılmış, kendi kavramlarından ve yöntemlerinden gayet memnun, kendi üzerine eleştirel düşünme yetisi sıfırın altında bir politik-ruhsal atmosferin varlığı göz önüne alındığında, Ulus Baker’in sözlerinin ve düşünce geliştirme stratejilerinin elbette sinizme yahut politik-entelektüel bir “pasifizme” çekilerek boğulma riski var... 

Fakat herhangi bir düşünceyi geliştirme arzusu kendi içinde daima riskli bir etkinlik değil midir: sapmaların, savrulmaların, tıkanmaların, sendelemelerin düşünce üretim sürecini sabote etme ihtimali... Çoğalırken fireler vermeyen, paradoks üretmeyen, çelişkiden yana fukara, dört başı mamur geçirimsiz bir düşünce –hele de sistem katına yükseltilmişse- çoğun “şüphe” uyandırır. Bu minvalde, Baker’in düşüncesinde bir görünüp bir kaybolan sinizm serpintilerini yakalamaktan daha önemli bir şey varsa, o da bu düşüncenin, bu düşünce üretim faaliyetinin “yalansız”, sonuna kadar “dürüst” olduğunu hesaptan düşmemek: “kanlı savaşın ve onursuz barışın efendilerinin işlerini görmelerini beklemekten başka çaremiz yok.”

***

Ulus Baker’in yukarıya aldığım yalansız cümlelerini didikleyerek, bu cümlelere refakat eden koyu bulanık duyguları da hasıraltı etmeden; on yedi yıl önceden bugüne eleştirel çizgiler çekip, politik entelektüel bir “çaresizlik” evresinden bir tür “zavallılık” evresine geçildiğini, geçilmekte olduğunu dilim döndüğünce tartışmaya çalışacağım. Elbette Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” şiirindeki “ama siz zavallısınız, ben de zavallıyım” dizesinde işlendiği üzere, bu zavallılık dairesine kendimi de dahil etmek, ama sorunsallaştırmanın yol açacağı kimi hoyrat sonuçlara varma ihtimallerinden de beri durmamak kaydıyla...

[1] Ulus Baker, “11 Eylül: ‘Ölüm’ ve ‘Yorum’ Felsefi Suskunluk”, Dolaylı Eylem, (Der. Ege Berensel), İstanbul: Birikim Yayınları, 2012, s. 345-6.

[2] Tanıl Bora, Sol, Sinizm, Pragmatizm, İstanbul: Birikim Yayınları, 2010, s. 26.

[3] Tanıl Bora, “Ulus Baker”, Cereyanlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, s. 722-725.