Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (I)
Orhan Koçak

Roland Barthes’ın Mitolojiler’in bir yerinde büyük ihtimalle değinmiş olacağı bir tuhaflık: aslında hemen hemen aynı şeye işaret etmesi beklenen terimlerin bir ideolojik gerilim alanı içinde zıt anlamlarla, zıt değerlerle “şarj edilmesi”. Sosyalist düşüncede enternasyonalizm ile kozmopolitizm terimlerinin de böyle bir ayrışması var. Birincisi iyidir, farklı ulusların emekçi sınıflarının uluslararası dayanışmasını belirtir. İkincisi kötüdür, sermayenin enternasyonalizmini belirtir: farklı ulusların kapitalistleri, birbiriyle boğazlaşırken bile, “kendi” emekçilerinin göremeyeceği, erişemeyeceği bir düzlemde (İsviçre dağlarında, Davos’ta) karşılıklı iyi geçiniyor, kadeh tokuşturuyorlardır.

Bu ayrışma ve kutuplaşma, sosyalist düşünceye artan ölçüde ulusçu temaların zerkedildiği Stalin döneminde başlamadı. Birinci Dünya Savaşı’nda zamanın Sosyalist partilerinin kendi devletlerini desteklemeleriyle de başlamadı. Marx, Paris Komünü Genel Konseyi’nin talebi üzerine yazdığı ve Komün’ün yenilgisinden iki gün sonra, 30 Mayıs 1871’de Genel Konsey’e okunan metninde (“Fransa’da İç Savaş” başlığıyla bilinir), şöyle demekteydi: 

“Böylece Avrupa hükümetleri, Paris karşısında, sınıf iktidarının enternasyonal karakterini açığa vururken, Uluslararası İşçiler Cemiyeti’ni [‘Birinci Enternasyonal’] bütün bu felaketlerin kaynağı olarak gösteriyorlar; [oysa bu cemiyet] sermayenin kozmopolit komplosuna karşı emeğin enternasyonal karşı-örgütlenmesidir.”

Zıtlaşma burada bir “denklik” olarak sunuluyor gibidir: bir tarafta enternasyonal sermayenin kozmopolit örgütlenmesi, karşıda emeğin enternasyonalist örgütlenmesi. Ama bu denklikte gizlenen bir oransızlığa, bir simetrisizliğe dikkat etmek gerekir: sermayenin enternasyonalizmi oluyordur da, emeğin kozmopolizmine izin yoktur. Sermayenin hem enternasyonalizmi hem de kozmopolitizmi vardır, emeğinse yalnız enternasyonalizmi. 

Demek aynı “şey”e iki karşıt sınıf açısından bakmanın doğurduğu bir kavramsal ikilikten ibaret değildir mesele. Emeğin enternasyonalizmini kozmopolit öğeden kopardığınızda, “enter” ile “nasyonal” arasındaki gerilim de belirginleşiyor. Yine aynı metinden: “Eğer Komün Fransız toplumunun bütün sağlıklı unsurlarının gerçek temsilcisi ve dolayısıyla asıl ulusal hükümet idiyse, aynı zamanda, bir işçi hükümeti olarak, emeğin kurtuluşunun yürekli savunucusu olarak, vurgulu biçimde enternasyonaldi.” Bizim Vatan Partisi yöneticilerinin de itiraz etmeyeceği bir formülasyon: emek cephesi enternasyonalisttir ama, “asıl ulusu”, “sağlıklı ulusu” temsil ettiği ölçüde de son derece nasyonaldir.

Bu cümlelerin Marx’ın kaleminden çıkmış olması biraz şaşırtıcı oluyor: toplumu “sağlıklı ve sağlıksız” veya “milli ve gayri-milli” öğelere ayırarak yönetmenin tarihte belki ilk örneğini veren ve bu açıdan son yılların “popülist” demagoglarının prototipi sayabileceğimiz bir adam (Louis Bonaparte, “III. Napolyon”) hakkında en keskin, en parıltılı analiz de aynı kalemden çıkmıştı çünkü. “Asıl ulusal olan biziz!”: iktidarın salvoları (“vatan haini!”, vb) karşısında Marx’ın başvurmak zorunda kaldığı bu düşünsel manevra, sonradan Ernesto Laclau tarafından çok daha genel bir stratejik perspektif olarak ihya edilecektir: süreğen bir hegemonya mücadelesinin çerçevesi ya da matrisi olarak popülizm. Ama burada Laclau’nun “eleştirel popülizmini” değil, onun düşüncesinde belki ancak “evrenselcilik” terimiyle bir izdüşümü bulan bir kavramsal ikiliği tartışıyoruz.

***

Bu türden ikiliklerle uğraşmanın bir yolu (“diyalektik” yolu) ikisinin de zaaflarını açığa çıkarabilecek bir üçüncü terim bulmaktır: ben hangisinin hangisi olduğunu hiçbir zaman tam anlayamamış da olsam, Hegel’in mantığının hep böyle üç adımlarla ilerlediği bilinir: mesela, bireysel-evrensel-tikel (?). Üçüncü öğe hem ilk ikisini aşarak daha yüksek bir doğruluk düzlemine çıkıyor, hem de onların içerdiği kısmi, kör ve bölünmüş doğruların hakkını veriyordur. Ama bu diyalektiğin koşulu, ilk iki terimin başından beri apaçık bir karşıtlık olarak belirmesi, sunulmasıdır: paganlıkla Hıristiyanlık ilişkisi en başta bir mutlak inkâr olarak tanımlanmalıdır ki, sonraki adımda (Fransız Devrimi’yle birlikte) onların yıkıntıları arasından Bonaparte’ın “deizm”i çıksın.

Ama iki terimin tez-antitez halinde karşılaşmak yerine “aynı şeyin” içinde sadece mahcup bir farklılaşma olarak belirdiği durumlarda bu “Hegel’ci” yol kapanmış görünür. İçerikleri büyük ölçüde örtüşen iki terim vardır önümüzde: ikisi de en temelde insanların “dünyasallığını” (veya “gezegenselliğini”) ve birlikte yaşama yetisini ifade ediyor gibidir. Terimler ve içerdikleri düşünceler, bildiğimiz anlamda birer “kavram” veya “idea” haline gelmeksizin, kendileri de uzun süre bilinçsizce birlikte yaşamışlardır, ne tam ayrışarak ne de tam aynılaşarak. Birbirlerine karşı konumlandırılmaları, birbirlerini tanımaları, demek birer kavram haline gelmeleri, ilk kez 19. yüzyılın ikinci kısmında, Marx’ın yukarda aktardığımız cümlelerinde olur: kozmopolitizm burjuvazinin dünyasallığıdır, enternasyonalizm işçi sınıfınınki. Dikkat çekmesi gereken nokta, modern sosyalizmin kurucusunun bu düşünsel işlemi gerçekleştirme biçimi: terimlerin kendi şecerelerine, müktesebatlarına, tarih içinde bilinçsizce biriktirmiş oldukları anlam ve değer nüanslarına zerre kadar prim vermeden, işin içine bıçak gibi bir dışsal referans sokmaktadır: dünyasallık, gezegensellik, evrensellik, elbette -- ama işte proletaryanınki ve burjuvazininki. Zor problemlerin kolay çözümlerine ilişkin daha eski bazı efsaneleri hatırlatmıyor mu bu: İskender’in kördüğümü kılıçla “çözmesi”, Napolyon’un yumurtayı masaya vurarak “dik durdurması”? (Bu sonuncusunun hâlâ biliniyor olduğundan çok emin değilim. Kişinin Bonaparte olup olmadığından da.)

Kavramsal ikiliklerle uğraşmanın “Hegel yolu” kapalı olduğunda bazı yan yollar belirmeye başlar. Bir tanesi, 20. yüzyılda özellikle sağ eğilimli Alman düşünme geleneği içinde özellikle Marx’ın kavramsal körlüğüne karşı bir itiraz olarak geliştirilmiş “kavramlar tarihi” disiplinidir ve sahiden emek ister, bildiğiniz filolojik emek. Ama buna ehil değilsek bile, sabır ve konstantrasyon sorunlarından mustarip bir 80-sonrası Türkiyeli şair gibi hemen pes etmeyelim. Napolyon’un (ya da Harun Reşit?) mermere vurduğu yumurta herhalde “dik” duruyordur, ama içeriğinin bir kısmını da tam bu işlem sonucunda masaya akıtmıştır: yakışıksız artıklar vardır ortalıkta, telaffuz edilmeyen.

Bu da bir yoldur, artıkla uğraşmak. Mümkünse “Lacan yolu” diyelim ona, yukardaki “Kral yolu” ile mutlak bir karşıtlık ya da rekabet içine sokmadan: kendisinin her zaman bir “yan yol” olduğunu bilir, kabul eder. (Ve zaten kendi gerekliliğini veya faydasını da o ana yolun peş peşe tıkanışları boyunca sabırla türetmiştir.) 

Öyleyse program şu oluyor: başlangıçta bilinçsiz bir örtüşme içinde yan yana ve iç içe varolan iki terim vardı, sonra bunlar Marx tarafından birbirinin karşısına dikildi, şimdi bu ayrıştırılmış terimleri biz tekrar üst üste koyalım ve birbirlerinden arta kalan tatsız örtüşmezliklere odaklanalım (“odaklanalım”!). Bu artıklar, bu sağa sola akmış içerikler, açıkça adlandırıldıklarında, her iki terimin de yetersizliklerini, iç çelişkilerini, karşılıklı yalan ve kaçamaklarını açığa çıkarabilecektir.