Bir İhtimal Daha Vardı: Boykot
Kenan Erçel

24 Haziran Seçimleri öncesi İlhan Cihaner ve Selin Sayek Böke’nin başını çektikleri grubun boykot çağrısı[1] çok ilgiye mazhar olmadı. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın tarihinde hiçbir seçim boykot edilmeyi bu denli hak etmemiş, gerektirmemişti. Bu bakımdan muhalefet, tarihi bir kitlesel sivil itaatsizlik fırsatını kaçırmış oldu. Altını çizmek gerekir ki burada boykottan kasıt sadece seçmenin sandığa gitmemesi değil, daha önemlisi, muhalif partilerin aday dahi göstermemesi, yani seçimlerin meşruiyetinin topyekûn yadsınmasıdır.

Böylesi bir boykotun başlıca gerekçelerini kısaca hatırlatalım:

• Seçime Olağanüstü Hal idaresinde gidildi. Sırf bu bile boykot için yeterli bir gerekçeydi. İttifak yapma basiretini göstermiş—HDP’yi dışlama pahasına olsa da—muhalefetin seçimlere katılmak için dayatması gereken asgari koşul OHAL’in kaldırılması olmalıydı.

• OHAL’i bir kenara koysak bile Meclis’in 3. en büyük, muhalefetin 2. en büyük partisinin eski eşbaşkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, parti il/ilçe başkanları ve üyeleri parmaklıklar ardındayken hakkaniyetli bir seçimden bahsedilemezdi. 

• Haydi Millet İttifakı HDP’nin mağduriyetini önemsemiyor diyelim; CHP’li Enis Berberoğlu’nun tutuklanması ve akabinde hüküm giymesi, şayet hâlâ şüphesi olan birileri var idiyse, günümüz Türkiye’sinde milletvekili olmanın iktidar partisi hariç kimseye bir dokunulmazlık güvencesi sağlamadığını göstermiş oldu – ki bunun sorumlularından birisi dokunulmazlıkların kaldırılmasına cevaz veren CHP’nin bizzat kendisiydi. 

• Seçim yangından mal kaçırırcasına, muhtemelen başta kimi AKP kadrolarını bile şaşırtacak denli çok erken bir tarihe alındı. Zaten alabildiğine dezavantajlı olan muhalefete kampanya yapmak için sadece 2 ay kadar bir süre tanındı.

• Seçim tarihi açıklanmadan önce, Mart ayında yürürlüğe giren seçim yasası değişiklikleri çalınacak minareye kılıf hazırlığınının yapılmış olduğunu gösteriyordu. Sandık kurulu mührü bulunmayan oy zarflarının geçerli sayılmasına, aynı binada oturan seçmenlerin farklı seçim bölgelerine kaydedilmesine, vb. imkân tanıyan bu değişiklikler pek hayra alamet değildi.

Yukarıda sıralanan (ve sıralanmayan) gerekçelerin bir ya da birkaçı bile 24 Haziran Seçimleri’nin boykot edilmesi için yetiyor da artıyordu bile. Süregiden Dünya Kupası’ndan ilhamla bir teşbih yaparsak: Kupa’ya evsahipliği yapan Rusya’nın kupa tarihini aniden bir sene öne çekip maçlarda sadece Rus hakem görevlendirmesine, favori takımlardan birinin teknik direktörünü ve bazı oyuncularını ülkeye almamasına, vb. benzer koşullar hakimdi 24 Haziran Seçimleri arifesinde. Ama ne yazık ki muhalefet bu eşitsiz rekabet ortamında bile biz destan yazarız cengaverliğine soyundu (Kılıçdaroğlu: “Kazanacağımız seçimleri niye boykot edelim?”) ve iyimserlik ile naiflik arasındaki “İnce” çizgiyi gözardı ederek AKP’nin oyununa geldi. 

Oysaki seçimleri isteyen, seçimlere muhtaç olan AKP ve MHP idi; muhalefetin bunu fırsat bilip kendini ağırdan satması gerekirdi. Muhalefetin elindeki en büyük koz, seçim kampanyası boyunca sergileyeceği performans değil, seçimler öncesi o seçimlerin koşullarına dair yapılacak pazarlıkta göstereceği dirayet idi. Yukarıda değinildiği üzere bu pazarlığın asgari şartlarından biri OHAL’in kaldırılması olmalı ve Cumhur İttifakı’nın önüne şöyle bir tercih konmalıydı: Ya OHAL kaldırılır ya da seçime girmeyiz. Erdoğan ve Bahçeli’nin OHAL’de ısrar etmesi ihtimaline karşın Millet İttifakı’nın (tabii, HDP’nin de desteğiyle) seçimi boykot etmeyi salt bir blöf değil, inandırıcı bir seçenek olarak masaya sürmesi gerekiyordu. Muhalefet blokunun ne denli kenetlenmiş olduğuna bağlı olarak pazarlığın şartları genişletilebilir, örneğin, seçimin tarihinden, sandık güvenliğine uzanan bir yelpazede müzakereler yürütülebilirdi. 

İktidardan bu tip tavizlerin kopartılmasının gerçekçi olmadığını düşünenler için boykot senaryosunu gözümüzün önünde bir canlandırmaya çalışalım. Muhalefetin seçime gitmediği bir durumda oy pusulaları tek bir Cumhurbaşkanı adayı ve aynı ittifakta yer alan iki partiden ibaret olacaktı.[2] İronik bir şekilde, AKP, küçük ortağıyla birlikte, tek parti dönemini aratmayan bir rakipsizlik içerisinde bulmuş olacaktı kendisini. Özetle, bütün meşruiyetini farklı tercihler arasında (adı üzerinde) “seçim”den alan bu demokrasi ritüeli en asli unsurundan yoksun kalacaktı. 

Böylesi bir ortamda muhalif seçmenin sandığa gitmeyeceği varsayımıyla ülke genelinde oy kullanma oranı %50’nin altına düşerek yine Cumhuriyet tarihinde eşine rastlanmamış bir durum vuku bulacaktı. Boykot seçeneğini değerlendirdiği bir köşeyazısında[3] Ahmet İnsel, diğer ülkelerdeki örneklerden (Rusya, Mısır) yola çıkarak “düşük katılım oranı iktidarları yıpratmaz” sonucuna varıyordu. Ve fakat bu örneklerde bile iktidar göstermelik de olsa muhalif adaya/adaylara gereksinim duymuştu. Ayrıca, muhalefetin aday göstermediği ve seçmenin yarısının sandığa gitmediği bir seçimin Türkiye için bir ilk olmasının önemini azımsamamak lazım. Bu şekilde girilecek bir seçimde milli iradenin tecelli ettiğini iddia edebilmek havuz medyasını bile zorlardı. Sandıktan çıkacak %100’lük zaferin pek bir kıymet-i harbiyesi olmayacağını bilen AKP (ve MHP) kuvvetle muhtemelen seçim şartlarında bir pazarlığa yanaşmak zorunda kalacaktı. Daha önce muhalefetin çok parçalı ve ihtilaflı yapısı yüzünden imkân dahilinde olmayan bu strateji AKP’nin kutuplaştırıcı siyaseti sayesinde bu seçimlerde mümkünat kazanmıştı. Tek gereken muhalefetin, ittifak vizyonunu seçim sonuçlarıyla sınırlamayıp seçim koşullarının değiştirilmesini içerecek şekilde geniş tutmasıydı. Yani, oyunu kazanmaya değil, oyunun kurallarını değiştirmeye odaklı bir mücadele gerekiyordu. 

Tabii, AKP (ve MHP)’nin böyle bir hamle karşısında yelkenleri suya indirmeyip seçime tek başlarına girmeleri ihtimal dahilindeydi. Ve fakat Türkiye ve dünya kamuoyuna (özellikle de “piyasalara”) bunu nasıl izah edecekleri ise büyük bir soru işareti olurdu. Ve en kötü ihtimalle Erdoğan zaten almış olduğu Cumhurbaşkanlığı’nı almış, Cumhur İttifakı da Başkanlık rejimi ve dokunulmazlıkların kalkmasıyla iyice anlamsızlaşmış Meclis’i tamamen ele geçirmiş olacaktı. Dolayısıyla, boykot stratejisi başarısız bile olsa Başkanlık sistemiyle içi boşaltılmış olan yasama organının işlevsizliğini gözler önüne serme, sanki ortada hâlâ milli iradeyi yansıtan bir Meclis varmış yanılsamasını bozma görevi görmüş olacaktı. Bu anlamda boykot, kemikleşmiş siyasi dinamikleri yerinden oynatabilir, ezberleri bozabilir, muhalefet adaylarının karizma ve hitabetine endeksli olmayan, ufku 25 Haziran sabahıyla sınırlı olmayan bir direniş zemini yaratabilirdi. 

Ne var ki mitingler ve medyadaki tüm atıp tutmalarına rağmen muhalefet lider kadroları zihniyet ve kariyer itibariyle sisteme göbekten bağlı;[4] kendilerinin sine-i millete dönmek gibi bir niyetleri yok. O yüzden boykotun ciddi bir seçenek olmasını zorlaştıran onun gerçekçi bir siyaset tarzı olmayışı değil, o seçeneği benimsemesi gereken muhalif siyaset erbabının tıyneti. Ancak tabandan gelecek güçlü bir talep dalgası onları hakiki bir muhalefetin icabında boykottan geçtiğine ikna edebilir.


[1] Not düşmek gerekir ki boykot çağrısı yapanlar anaakım siyasetçilerden ibaret değildi. Türkiye Komünist Hareketi, Emek ve Adalet Dergisi gibi çevreler sadece bu seçimler özelinde değil, genel olarak burjuva parlamenter sistemden medet ummanın beyhudeliğinden hareketle halkı seçimlerde boykottan yana tercihe davet ediyorlardı.  

[2] Başkanlık yarışında Perinçek’in, Meclis seçimlerindeyse Vatan Partisi ve Hüda Par’ın varlığı görünüşü kurtarmaya yetmeyecekti.

[3] www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/943933/Dusuk_katilim_orani_iktidarlari_yipratmaz.html

[4] HDP ve temsil ettiği geleneği tenzih etmek lazım; zira bu geleneğin bir ayağı hep müesses nizam dışında oldu.