Urlarla Vurulmak
Polat S. Alpman

Türkiye’de yaşayan kişilerin olduğu biliniyor ama Türkiye’de bir toplum olup olmadığı hususunda pek çok kuşku var. Toplum adı verilen ve kişilerin toplamından başka bir şey olan bu birlikteliğe yönelik şüphe duyulmasının nedenlerinden biri, cemaatler halinde yaşamanın gittikçe daha belirgin hale gelmesi, bunun bir siyaset ve yönetim tekniği olarak kullanılması. Cemiyet -henüz ya da artık- var olmadığı için cemaat düzeni güç kazanarak devam ediyor. Bu nedenle, cemaat kavramını sadece dini cemaatlerle sınırlandırmayıp geniş bağlamıyla birlikte kullanmayı tercih edenler açısından, Türkiye’de yaşayanlarla ilgili bazı sahici genellemeler yapmak mümkün.

Bunu “Türkiye kutuplaştı” söyleminin dışında bir yerde düşünebiliriz. Bir kutuplaşma olduğu muhakkak ve bu, sadece siyasal tercihlerle ya da yaşam deseniyle ilgili olmanın çok ötesine geçti. Devletin eksene yerleştiği, devletin ideolojik olarak değil, şahs-ı manevi iradesiyle yeni mesafeler belirlediği, cemaatlere bölünmüş toplumu bu mesafelere göre yeniden yerleştirdiği ve yerinden ettiği bir sürecin yaşanmakta olduğu söylenebilir. Kemalizm’in cemaatlere bölünmüş toplulukları bir toplum haline getirmeye yönelik modernist ve birçok eleştiriye açık vizyonunun aksine, Kemalizm sonrası dönemin politikalarındaki belirgin öğenin cemaatler arasındaki sınırları daha da katılaştırmak, bu sınırları denetim ve kontrol altına almak, her bir cemaati yeniden düzenlemek ve kişilerin iktidar ile ilişkilerini bu denkleme göre düzenlemelerini sağlamak, bu dönemin özelliklerinden biri olarak yorumlanabilir. Buna siyasi partilerin de neredeyse hepsi dahil edilebilir.

Bir de iktidarın şahsileşmesi ile ilgili ortaya çıkan tuhaf bir durum var. Bir vakitler, Türkiye’de iyi-kötü varlığını sürdürmeye gayret eden ve ideal modele yaklaşacağı ümit edilen yasal-ussal otoritenin hızlı çöküşünün ve başta bürokrasi olmak üzere kurumların köksüzlüğünün kolaylaştırdığı yeni otokrasi, Kemalizm sonrası dönemin başlıca özelliklerinden biri haline geldi. Bu dönemde, devletin tıpkı kişiler gibi duygusal tepkiler verdiği, devletin incinebilir bir şey olduğunu anlamak için ulusal ve uluslararası meselelerle ilgili söylemlerine ve uygulamalarına bakılabilir. Bunun son örneklerinden biri Cumartesi Anneleri’nin yedi yüzüncü toplanmalarına verilen tepki.

En rasyonel organizasyon olması beklenen olan devletin, herkese ve her şeye karşı bu kadar incinebilir, alıngan, öfkeli ve şedit olması, cemiyet olmayan ve cemaatler halinde yaşayanların aklını, irfanını, edep ve vicdanını korkuyla zehirlediği gibi cemaatlerin kişi üzerindeki baskı ve denetimini yoğunlaştırır. Kendini şikayetten azade addeden bir devletin bu kadar incinebilir hale geldiği bir yerde, herkesi ve her şeyi suçlamaya hazır bir yüz ifadesine sahip olmasında hayrete mucip pek bir şey yok. Cemaatlere sıkıştırılmış kişileri oralarda tutup, hamiyetine ve kahrına müstahak olanları saflara ayırırken ortaya çıkan fenalıklara karşı herkesin kör ve sağır olmasını talep edenlerin, hamiyeti altındakilerin umursamazlığına karşı hissettiği güçlü güven, kıyıcılığının gözler önünde ve bir gösteri olarak gerçekleşmesini de sağlar.

***

Kierkegaard, Eyüp peygambere olan hayranlığını dile getirdiği bir yazısında ondan “yüksek sesle nasıl şikâyet edeceğini bilen” biri olarak bahseder. Tanrı’yla çekişmeye cesaret eden ve “urlarla vurulan” bu kişiye övgüsünün ve hayranlığının arkasında çektiği büyük acılara, sevdiklerini kaybetmiş olmasına rağmen bedenini saran habis urlara teslim olmaması vardır. [1] Eyüp de korkar ama onun korkusunda urlara teslim olmasını engelleyen bir asalet vardır. Oysa Kierkegaard, korkunun, dili (ve kalemi) lâl ettiğini, inanmaya değer olmayan şeyleri, inanılır hale getirdiğini bilir. Eyüp, kendi korkularıyla da mücadele ettiği için Kierkegaard tarafından gıptayla bakılan biridir. Eyüp, yani yüksek sesle şikayet eden ve bunu, insanlığa karşı kurulan komploya itiraz olarak dile getiren kişi olduğu için değerlidir. Şikayet etme imtiyazına sahip olduğu, şikayetten başka bir yol bulamadığı ya da kendini isyan ederek gerçekleştireceği için değil, şikayete konu olan yaraları bizzat sebep olana, şikayetçi olduğu makama göstermek gerektiğine inandığı için.

Yüksek sesle şikayet etme hakkının imtiyaza dönüştüğü bir yerde adaletten söz edilemeyeceğine göre geriye kalan şey nedir? Gözle görünen gerçeği dil ile örtmeyi bir ustalık ve maharet kabul etmeyenler için bu sorunun bir anlamı var. Asıl mesele, bu sorunun bir muhatabının olup olmadığında.

***



[1] Soren A. Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana, İstanbul: Ayrıntı, s. 202-210.