Kıymetli Şeylerin Tanzimi
Orhan Koçak

Ne çok iyi anlatı çıkıyor son yirmi yılda, pek azını okumaya imkân bulduğumuz roman ve hikâye toplamı; ama bunlardan, bu tesadüfen rastladıklarımızdan bazıları nasıl da işlerini iyi yapmış oluyorlar, nasıl da şaşmaz bir ivmelenmeyle kendi hedeflerine! Kaçırabilirdik, daha da kaçıracağız, ama biri ikisi gelip bize çarpıyor. Ben altmış yıldır hep arkadaş tavsiyesi üzerine okudum okuduklarımı; bunların yüzde kırkından şikayetçi olmadım. Şiirde ve tiyatroda bile. Sezen Ünlüönen’in (görece genç bir yazar bu, 1987 doğumlu) ilk yapıtı Kıymetli Şeylerin Tanzimi de (2017) bana “reddedemeyeceğim bir teklif” olarak sunuldu, evet, biraz Baba filmindeki gibi. Teklifi sunan, elinde bir güç olduğunu ve benim de bundan habersiz olmadığımı biliyordu. 

Ünlüönen’in Coppola ile kıyaslanamayacak üstünlüğü, aile içinde işleyen “günah keçisi” ya da “kurban” işlemini hemen göstermesi, ama zarafetle, altını iki kere çizmeksizin. John Huston’ın da daha genç meslektaşından farkı budur sanıyorum: Prizzi’lerin Onuru (1985) filminde bir taşla üç kuş birden vuruyor, mafyanın ancak aile, ailenin ancak mafya ve çünkü ikisinin de ancak süreğen bir “kurban” mekanizması sayesinde ayakta kaldığını gösteriyordu. 

Nedir bu mekanizma, hücresel ölçekte? Aralarında gerilim olan iki kişi bir üçüncüye karşı birleşerek gerilimi def ederler, kabak o talihsizin başında patlar, öbür ikisi bir sonraki bunalıma kadar dost kalırlar. René Girard bu üç köşeli hücreden sadece Dosto’yu veya Proust’u değil, Napolyon’un 1805-14 arası seferlerini de (ve maalesef, yenilgisini de) açıklayacak, anlamlandıracak bir disiplinler-arası teori türetmiştir. Ama biz harp tarihinden geri durursak eğer, daha üç buçuk yaşındayken bile sezmeye, hatmetmeye başladığımız çok tanıdık bir davranış kalıbıyla yüz yüze kalırız: durumun kurtarılması için birinin dışa atılmasına gerek vardır, Sofokles’in belirttiği gibi polis dışına sürülmesine. Bit kadar çocuk da ancak annesini ve babasını birbirlerine karşı “satarak” kendi geçimini sürdürüyordur. Kıymetli Şeylerin Tanzimi’ndeki küçük Nazlı’nın “Allahım, noğlur annemle babam ayrılmasın” şeklindeki duasına rağmen. O da öğrenecektir ilerde, o bütünlüğün ancak küçük bir öğenin ihracıyla yeniden tesis edilebileceğini.

***

Romandan bir pasaj aktarmak istiyorum. Bu geniş, parçalı ailenin (eski “büyük ailenin” ayrı apartman dairelerine, “hanelere” bölünmüş şekliyle karşı karşıyayız şimdi) daha yaşlı kuşağının en şen şakrak, en dertsiz (görünen), en dalgacı hücresi “Melahat Teyze ile İlhami Enişte”nin oluşturduğu birliktir. Öbür evden gelmiş teyze çocukları en çok onların yanında rahat ederler, çünkü talepsiz görünüyorlardır. Bir de Pınar adlı bir kızları vardır, belki otuzunu aşmış olmasına rağmen hâlâ evlenememiştir, kilo almaktadır. Öbür çocuklar oradayken bir gün bu şişmanlayan kız eve gelir, saçının önünü yeşile boyatmış ve gülünç bir görünüm almıştır. Hem babası hem de annesi (üstelik yeğenlerinin yanında) Pınar’la dalga geçmeye başlarlar. Bu kısmı önce Pınar’ın teyze kızı (daha “entel”) Ezgi’nin ve sonra da “romancı”nın gözünden izliyoruz:

İlhami Enişte gülmekten gözlerinden yaşlar gelerek “Yok yok çok güzel olmuşsun. Aynı Kibariye’nin gençliği,” derken yan yan Ezgi’ye bakıyordu […] Melahat Teyze “İlhami görüyor musun, çok güzel oldum diye bir de çıkmış gelmiş,” diye kocasını dirseğiyle dürtüyor, İlhami Enişte de “Tabi çok güzel olmuş, prenses gibi, Lady Diana gibi olmuş benim kızım” diye dalgasını geçiyordu. Aile arasında basit bir şakalaşmaydı bu nihayetinde, ama Ezgi huzursuz olmuştu. Pınar’ın [ana-baba dalgasına karşı] el mahkûm gülüşünde, Melahat Teyze ile İlhami Eniştenin birbirlerini onaylayışında hoşuna gitmeyen bir şeyler vardı. [Bu noktada “romancı” son derece işlevsel araya-girişlerinden birini yapıyor ve şöyle diyor:] Melahat Teyze ile İlhami Enişteye gözümü iyice yanaştırıp Ezgi’yi imrendiren, içini insanlara ve hayata karşı ümitle dolduran mutlu ve neşeli evliliklerinin de hangi bedeller pahasına ayakta durduğu konusunda akıl yürütmeye kalkışabilirim [buradaki “ben”, romancının]. Teyzesiyle eniştesinin bu zaman zaman dünyaya karşı bir suç ortaklığı halini alan ve Ezgi’ye hep romantik ve tutkulu bir şeymiş gibi görünen birbirine ne olursa olsun arka çıkma alışkanlığının zaman zaman başka insanların da gözden çıkarılması, hatta feda edilmesi anlamına geldiğini, ilişkinin heyecanını ve diriliğini ayakta tutmak adına farkına dahi varmadan kendi kızlarına karşı bile işbirliği yaptığını düşünmek Ezgi’ye zor gelirdi muhakkak ama bu şüphenin benim kafamda yanıp sönmesi, dahası sizlerin de aklına düşürülmesi bir bakıma çocuk oyuncağı gördüğünüz gibi.( a.b.ç.)

“Romancı” burada “bizlere” sataşmaya kalkmasaydı, okurla “bıcır bıcır” (romandaki papağan ve muhabbet kuşu gibi) konuşmaya girişmeseydi eğer, bu aile-içi kurban mekanizmasını en azından Ezgi’nin sezdiği kadarıyla kavrayamaz mıydık bizler? Belki kavrardık, ama şunu kaçırmış olurduk: aile bütün bunların cereyan ettiği, bütün bunların içten içe ve cam kırığı yanlarıyla farkedildiği, ama yine bütün bunların üstüne kısmen Melahat ile İlhami’nin kikirdemelerinden kısmen de Ezgi’nin teyze sevgisinden yapılmış bir şalın örtüldüğü yerdir: keskin sezginin başladığı anda boğulduğu yer. Yazar diyor ki (ama diyor mu) bu tatlı, lanetli bulanıklığın içine ancak anlatıcının de kendini feda etmesi, kurban etmesi pahasına dalabiliriz, total enayiliği ancak bir kurban enayilik aydınlatabilir. Nitekim, kötü bir bitiriş kısmı yazmak pahasına bağlıyor “romancımız” bu bahsi: “Aman siz bana bakmayın canım. Herkesin mutluluğuna kulp takan kıskanç nemrutun tekiyim ben nihayetinde.” Ve kısmın son cümlesi, ciddi mi şaka mı olduğu hiç anlaşılamayan: “Ve bu hayatta katıksız, saf, bedeli başkasının üzerinden ödenmemiş mutluluklar da var muhakkak.” – öyle bir cümle ki, sarfettiğiniz anda artık ironiye, edebiyata, “romancılığa” sığınamazsınız, ya tam böyle diyorsunuzdur, ya da demiyorsunuz. Aradaki oynak bölge, şüphenin ve cevapsızlığın alanı – bu sadece yetişmenin, iddialarla yeterliliklerin ölçülmesinin alanıdır. Ama biliyorum, “ölçülme” çok sevilen, çok demokratik bir terim değil.

***

“Bu bir edebiyat-eleştirisi-yazısı değil.” Sezen Ünlüönen’in maharetini sadece kendi inanmışlığı, kendi seziş coşkusuyla ölçebiliyoruz şimdilik (ben olsam, “bunlara fazla fazla yetiyor” de diyebilirdim). Burada daha önceki bir iletide, Adorno’nun metnindeki (“Çimenli Tümsek”) acıklı tartışmayı aktarmıştım. Ama Ünlüönen’in romanı bence birkaç adım ileri geçiyor (sondaki teşekkür kısmına rağmen): ailenin ancak anı haline geldiğinde, demek çoktan geçmişte kaldığında, kalmamış olduğunda kişiye bir ahlaki fayda, karşılıksız bir sevinç payı sağlayan bir girdi olduğunu, ötesinin sadece evham, hile ve dolaysız çıkar olduğunu gösteriyor: perde üzerinde, çok yeni Karagöz figürleriyle. İsimler bile: Utkan, Özgür, Ezgi, Okan, Derin, Sıla, Kaan… Ve bir de perdeyi yırtan bir “Gülendam”, anladığım kadarıyla romanın asıl kahramanı (çünkü imtiyazsız, babalı ama anasız).

Beckett’in orta dönem yazılarında (1940-60) herif yollarda giderken daima şapkalı ve bıcır bıcır konuşan bir şahsa rastlar, bir genç adam, sağa sola şapkasını çıkararak selam veren. Yanından geçip giderken her seferinde “galiba bu benim oğlumdu” der bizimki (“bizimki”!). Kaçırılmış oğul genellikle biraz şişman ve kısa boyludur, ama her zaman şapkalı, ya da kasketli. Biz de herifin hayatında herhangi bir çiftleşmeye girişmiş olduğunu buradan öğreniriz, şapkalı gencin arkasından bakarken. Sonra Mercier ile Camier birbiriyle kalır, sonra Camier öbürünü kaybeder (ya da tersi).

“Sam” yıllarca İrlanda’daki görece yoksul, muhtaç akrabalarına Paris’ten yardım gönderme ihtiyacını duymuş, Nobel alınca da bu isteğini bolca yerine getirmişti. En iyi bildiği şey, iyi şeyin ancak aile içi boşlukların, mesafelerin içinde hayat hakkı bulabileceğiydi, daha doğarken boğulmamışsa eğer.

***

Çocuklarının öğrenim süreçlerini hayranlıkla izleyen babacıklar, oğulcuklarının iyi bir yerde yazısının çıkıp çıkmadığı kontrol eden anacıklar (henüz “torun” durumunu, demek bir yirmi yıl sonrasını tasavvur etmekten alıkoyuyordur kendini – aslında o da olur, kendimize iyi bakarsak). “Kendimizi” kendi yaşımızdan, kendi ömür süremizden ileriye aşırmanın sayısız hayali yolu, bir kısmı zevkli.

İşte Sezen Ünlüönen’in bu ilk romanını keşke biz de son ithaf yazısından bihaber olarak okumuş olsaydık diyorum. Teyzelerin, Ezgi’lerin, Uttkan’ların beri tarfında değilse bile yan tarafında. Sevgi ve nefret. Bu vardır. (Bu bahiste sıkıcı olmamak da zordur.) Ondokuzuncu yüzyılın bir noktasından beri, en azından Komünist Manifesto’dan beri, bu durum son derece “diyalektik” bir sahnelemeye konu olur: aile çok iyidir ve çok kötüdür, Jane Eyre veya diğer kıtipiyoz Victoria çağı İngiliz romancılarının yapıtlarında olduğu gibi (Balzac’ta bulamazsınız). Adorno’da bile öyle (aslında bu Korsikalı toprak ağasının çocuğu -torunu- için “bile”ye de gerek yok): aynı anda cennettir ve cehennemdir, cennetken cehennem ve tersi.

***

Aile saadetinden söz ettiğimiz bu son iletilerde aileyle hiç ilişkisi olmamış bir kişiden, Bert Brecht’ten de söz ettik, gidip sonra baktığı ana mezarıyla ilgili olarak: tümsek alçaktı, talepsiz görünüyordu, bu gezegende yüz binlerce yıldan beri genellikle olduğu gibi. 

Mahogany yazarı, yine aynı lumpen-Ekspresyonist döneminde, 1913-19, aslında kendisinden söz etmediği bir “biyografik” şiiri şu iki satırla bitirir, ben Almancasından da çok Christopher Middleton’un yaptığı İngilizce çeviriyi beğendim (lisan bilmeksizin de karşılaştırmadım değil): “Nerdeyse herkes sevmiştir bu dünyayı / Üstüne iki kürek toprak döküldüğünde”. Nerdeyse. Hemen hemen.