Gidenden mi Bahsediyoruz, Geleni mi Konuşuyoruz?
Kemal Can

Fransa’daki sarı yelekliler eylemleri, siyaset alanının yeniden biçimlenişi konusundaki tartışmaları daha da derinleştirdi. Karşılaştığımız şeyin ne olduğu ve daha nelerle karşılaşılabileceğimiz hakkındaki fikirler yeni deneyimlerle giderek daha da çeşitleniyor. Fransa’da yaşananları, popülizmin veya faşizmin yeni sürümü küresel dalgayla ilişkilendirenler de oldu, solun da ilham alması gereken yeni siyaset tarzının işaret fişeği olarak görenler de. Mesafeli ve ihtiyatlı yaklaşmayı önerenler de oldu, kriz ve tepki alanlarını devrimci duruma çevirme potansiyeline dikkat çekenler de. Daha önce başka coğrafyalarda başka bağlamlarda ortaya çıkmış ve yaşandığı anda konuşulduğundan başka sonuçlara evrilmiş olaylar, farklı tezleri doğrulamak için hatırlatıldı. 

Bu bağlamda, 5,5 yılın ardından iktidar tarafından yeniden gündeme getirilen Gezi soruşturmaları da, “yeni siyaset” meselesinin yerli bir içerikle yeniden tartışılmasını gerektiren bir zemin açtı. “Hiçbir şeyin artık aynı olamayacağı” öngörüsüne çok geniş bir kullanım alanı açan Gezi eylemlerinin kayıt bilgileri, bugün talimatlandırılmış yargı eliyle ve bir zamanlar içinde olduğunu iddia edenlerin bazılarının da katkısıyla değiştirilmek isteniyor. Dolayısıyla, önümüze gelen, izlediğimiz, içinden geçtiğimiz hareketlilikleri, sadece yaşandığı anda isimlendirmek ve tanımlandırmakla değil, oluşmuş tanımları ve ortaya çıkmış sonuçları korumakla ilgili bile sorunlar yaşanabileceği görülüyor. İşte bu yüzden anlama, anlamlandırma işi hiç bitmiyor.

Bir ay önceki Birikim Haftalık yazısında, dünyadaki yeni “siyasi” dalga hakkında Ahmet İnsel’in "Popülizm demek yeterli mi?” sorusundan ilhamla, bazı yeni tartışma başlıkları önermiştim. Popülizm - faşizm aralığında gidip gelen tanımlama tartışmalarına dahil edilebilecek soruları artırmaya çalışmıştım. Mesela, faşizmin belirgin vasıflarından biri olan, yükselen güçlü muhalefet hareketlerini durdurma işlevinin bugün için fazla geçerli olmayabileceği veya seçim de dahil olmak üzere siyasi katılım biçim ve ilişkilerinin de artık yeni tanımlara muhtaç olabileceği gibi. Artık küresel bir durum olduğu ve bütün dünyadaki hakim sistemin içinden ürediği konusunda büyük ölçüde uzlaşılan bu dalganın, hem isimlendirilmesi, hem de tanımlanması konusundaki tartışmalar sonuçlandırılmaya değil de, derinleştirilmeye muhtaç gibi duruyor.

Çok rahatsız edici ve giderek ağırlaşan görünümleriyle çözüm aciliyeti artan bir mesele karşısında “durun biraz daha konuşalım” demek kolay değil. Ancak, sonuç alma ihtimali yüksek, güçlü ve harekete geçmiş bir karşı dalgadan kimse bahsetmediğine göre, “tartışmayı derinleştirme” niyetlerinin herhangi bir şeyi geciktirmekle suçlanamayacak olması cesaret verebilir. Hem dünyadaki, hem de Türkiye’deki güncel gelişmelerin de, karşı karşıya olunan veya içinden geçilen duruma dair netleşmelerden çok, anlama ve yerli yerine oturtma tartışmalarına dönük çağrısı daha belirleyici. Mesela, iktidarın 5,5 yıl sonra hangi siyasi ihtiyaçla Gezi’yi gündeme getirdiği gayet açık ama içinde veya “anlamış” olanların bu sürede ne yol aldıklarını henüz görmüş değiliz.

Güncel gelişmeler, koşulların ağırlaşması ve sorunun yaygınlaşması, “ne oluyor” aşamasından “ne yapmalı” aşamasına geçmeyi fazla zorluyor gibi görünse de, bu kışkırtıcı çağrıya biraz daha direnmek gerekebilir. Çünkü, olmakta olanla ilgili kendimizi ve birbirimizi ikna edemediğimizde, olanın karşısında gelişene yüklediğimiz görevler de, anlamlar da tam karşılık bulmayabiliyor. Bu yüzden, neredeyse bütün dünyada baskın bir yeni siyasi dalga haline gelen -ikna edici yeni bir tanım olmadıkça, bir doz meselesi olarak algılamadan bu tanımı kullanmaya devam edeceğim- sağ popülist eğilimin niteliği tartışmalarının kendi başına ilerletici olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, bir ay önceki yazının başlığı olan “Neyin içinden, ne ile beraber, nereye doğru?” sorularına devam etmek istiyorum.

Yeni “siyasi” dalganın kaynakları dolayısıyla çok sık müracaat edilmekle birlikte, sürecin hangi aşamasında olunduğu konusunda daha az tartışılan bir noktayı işaret etmek gerek: Dünyada yaşanmakta olan sağ popülist yeni dalga, geleni mi yoksa gitmekte olanı mı gösteriyor bize? Bir sorun olarak tartıştığımız şey yükselmekte olsa bile bugünün ve geleceğin bir sorunu mu, mevcudun ve geçmişin faturası mı? Bir siyaset tarzı mı doğuyor, bir siyaset biçimi mi ölüyor? Hem dünyada yaşananlar, hem Türkiye’de olup bitenler açısından sürecin neresinde olunduğu sorusuna üretilecek cevaplar -en azından bu tartışma- tanımlama ve isimlendirme açısından da önemli ipuçları verecek gibi duruyor. Birbirinin zıddı gibi duran cevapların aynı anda doğru olması da mümkün elbette.

Dünyada otoriter yönetimlerin yükselişinin, sağ popülist dalganın farklı formlardaki temsilcilerinin birer birer sahne alıp salonları doldurmasının, ekonomik ve onun paralel (hatta bazı açılardan asli) tasarımı olan siyasal sistemin krizinden doğduğu konusunda geniş bir mutabakat var. Sistemin içinden yapılan değerlendirmelerde bile, mükemmel olan sistemin (modelin) bir dış etken veya saldırı ile bozulduğunu iddia eden yok. Fakat melanetin kaynağı konusundaki konsensus, sürecin bulunulan noktasını belirlemeye yetmiyor. Sorunun bir geriye çevirme / durdurma yoluyla engellenmesi veya revizyonunun mümkün olup olmadığı; topyekün bir yeniden düşünme meselesi haline gelip gelmediği; dolayısıyla tahkimatın (ya da taarruzun) nereye yapılması gerektiği gibi konular da boşlukta kalıyor.

Ayrıca, bir eğilimin an itibariyle çok yaygın, çok etkili, hatta yükseliyor görünmesi ve karşısında duran bütün unsurların zayıflığı, dağınıklığı acaba sürecin yönünü göstermeye yetiyor mu? Mesela, Sovyetlerin çöküşüyle tartışmasız zafer kazandığı iddiasındaki kapitalist sistem, özgürlük ve sosyal refah “showroom”unu gereksiz gören yüksek özgüveninin bedelini çok kısa sürede ödemeye başlamıştı. Neoliberal modelin otoritarizm destekli yeni siyaset mimarisinin de, gelecek kurmaktan çok, çaresiz bir direnme gayreti olup olmadığı hala tartışmalı. Dolayısıyla, yaşananları durdurulması gereken veya durdurulabilir bir mesele olarak görmek savunma reflekslerini, derinleşen ve tamamlanmayı yaratacak bir kriz olarak algılamak yeni arayışları çağırıyor.

Yaşananların “gelen” -ya da gelene dair- olarak tarifi, büyük ölçüde teknolojik değişim, üretim ilişkilerindeki yeni formlar ve bilgi-iletişim sıçraması gibi meselelere dayandırılıyor. Bu tezler eskinin artık açıklayıcı olmayışı ve geçersizliği üzerine bina edilirken, yeni siyasal dalganın en arkaik söylemleri, en eski kavram ve sembolleri nasıl böylesine güncelleyebildiğine cevap üretmekte biraz zorlanıyor. Ayrıca, bilgi devrimi ve iletişim yaygınlığının özgürlükleri değil de kontrolü beslemesi de açıklamaya muhtaç kalıyor. Türkiye’ye dair “gelen tehlike” yorumlarında ise, karşı devrim rövanşı veya yeni rejim inşası gibi argümanlar kullanılıyor. Ancak, hala inşa edilen yeni rejim büyük ölçüde kurduklarıyla değil tahrip ettikleriyle açıklanıyor.

Yaşananlar geleni değil de gideni gösteriyor diyenlerin en çok zorlandıkları soru ise: “Madem bunlar gideni temsil ediyor, neden hala gitmiyorlar?” En sık başvurulan savunma da; “Gönderecek olan henüz ortaya çıkmadığı için” şeklinde oluyor. Dünyadaki ve Türkiye’deki ekonomik kriz ve siyasi etkileri üzerine bütün tartışmalarda bu zorlanma ve zayıf savunma kendisini gösteriyor. Ayrıca, sistemin ve ürettiği siyasi mimarinin kriz üretme potansiyeli kadar, krizlerden beslenme becerisi ve direnme gücü de yeterince hesaba katılmayabiliyor. Türkiye’ye özgü tartışmalarda da, mevcut iktidarın dengesiz oy konsolidasyonu ve güvenilmez hakim sınıf desteğiyle sağlanan kabuk görüntüsü, bir “gidiş” anlatısını zorlaştırıyor.

Özetle, hem dünyada, hem de Türkiye’de yaşadıklarımızı, karşı karşıya kaldıklarımızı tanımlama tartışmasında, sürecin neresinde olduğumuz çok önemli bir noktayı oluşturuyor. Fakat, tartışmanın diğer alanlarında olduğu gibi bu noktasında da, çok net yargıları zorlayan belirsizlikler mevcut. Ayrıca, bütün olanlar tek bir doğrusal süreç olmayıp, zaman zaman örtüşen veya ayrışan paralel süreçler halinde farklı düzlemlerde yaşanıyor. Ancak, hem dünya, hem Türkiye örneğinde oluşan sağ popülist otoriterliğin çok ihtiyaç duyduğu toplumsal destek için inandırıcı bir gelecek iddiası kurmayıp, geriye bakan bir endişe dilini sürdürmesi onu “gelen” olmaktan -kalmaktan- uzaklaştırıyor. Yeniden düşünmeye buradan başlayınca da, savunulacaklardan çok, kurulacaklar öne çıkıyor.